Başrollerde Meksika!
Yazar: Ayşegül KesirliHollywood sineması, Meksika'yı hep bir sınır ülkesi olarak algılamamıza sebep oluyor. Bir düşünün, hakkında bunca film seyretmemize rağmen bu filmlerden Meksika ile ilgili ne öğreniyoruz? Bildiğimiz şeyler, sonu gelemeyen otoyollarda polis ile kedi-fare oyunu oynayan Amerikalı kanun kaçaklarının derdinin hep Meksika sınırını geçmek olduğu, ya da Amerika-Meksika sınırında yer alan Tijuana'nın üniversiteli gençlerin bahar tatilinde ziyaret etmeye bayıldığı gözde mekanlar arasında yer aldığı.
Derin politik içerikli Hollywood filmlerinde bile Meksika, yerel halkının Amerika'ya göç edebilmek için sınırda mücadele verdiği bir ülke olarak çıkıyor karşımıza. Belli ki Hollywood filmlerinin her zaman işlediği sorun, sınırı geçmek... Geçtikten sonra ne olacağı, karakterlerin neler ile karşılaşacağı bizi pek ilgilendirmiyor. İlgilendirdiği Hollywood filmlerinde ise her zaman bir tekinsizlikle karşılaşıyoruz. Meksika'nın ilkel, tekinsiz topraklarını ziyaret edenler, çoğunlukla ya kanunla, ya da kültürle çatışmaya başlıyor ve başlarına gelmedik kalmıyor.
Anlayacağınız Hollywood sineması için kanun kaçaklarının ve yasadışı işlerin kol gezdiği Meksika, özgür, demokratik ve kanundan yana olan Amerika'nın aynadaki aksini temsil etmekte. Hollywood çoğunlukla aynanın diğer tarafında gizlenen bu ülkenin sahici niteliklerini yansıtmak yerine, sadece aynadaki aksine bakarak kendini şekillendirmekte.
Alfonso Cuarón, Alejandro González Iñárritu ve Guillermo del Toro gibi kendi ülkelerinde çektikleri filmlerle adlarını duyuran günümüzün en meşhur Meksikalı yönetmenlerinin de son yıllarda Meksika hakkında fazla söz söyledikleri söylenemez. İçlerindeki en duyarlı isim olarak algıladığımız Iñárritu'nun son filmi Babil'de, Meksika'yı bir kez daha Amerika sınırında yaşanan problemlerle gündeme getirdiğini gözlemliyoruz.
Oysa bu hafta vizyona giren öyle bir film var ki, bize hem Meksika'nın beyazperdeye yansıtıldığı gibi sadece bir sınırdan ibaret olmadığını, hem de Meksika'da film çekmenin bambaşka bir tadı olduğunu kanıtlıyor. Francisco Vargas yönetmenliğindeki Keman, belki de Elia Kazan'ın Viva Zapata'sının popüler olduğu 1950'li yıllardan beri karşılaşmadığımız bir Meksika portresi ile yüz yüze getiriyor bizleri. Meksika, Keman'da ekonomik eşitsizliğin tavana vurduğu, sermaye sahiplerinin çiftçileri ezdiği, yoksulların basit istekleri karşılığında büyük bedeller ödedikleri bir ülke olarak kodlanıyor.
Üniformalı askerlerin bir grup köylüye işkence ettikleri ürkütücü bir sahne ile açılan Keman, ilerleyen dakikalarda bu sahnedekine benzer bir şiddet görüntüsü ile yüz yüze gelmemizi engelliyor. Ancak açılış sahnesinde tanık olduğumuz olayların dehşeti, filmin tamamını karakterlerin başına bir tehlike gelecek korkusuyla diken üstünde oturarak izlememize neden olmakta. Vargas'ın bilinçli olarak yarattığı bu tedirginlik duygusu, filmi ilgiyle izlememizi, olay örgüsünün peşinden tereddüt etmeksizin sürüklenmemizi sağlamakla beraber yönetmenin hikaye kurgulamaktaki ustalığını da kanıtlamakta.
Keman ustası Plutarco'nun samimi davranışlarının yanı sıra, çocuk karakterlerin ön plana çıkarılmasıyla her sahnesinde biraz daha içten ve sıcak bir anlatıma kavuşan Keman'ın az önce de söz ettiğimiz gibi tekinsiz bir atmosferi var. Film içinde birçok farklı fonksiyona sahip olan bu durumun en belirgin sebebi, Francisco Vargas'ın anlattığı öyküyü belirli bir zaman dilimine yerleştirmemiş olması. Filmin siyah-beyazlığı ister istemez izleyiciye geçmişte olduğunu hissettiriyor. Vargas'ın hareketli kamerası ise zaman zaman izlediğimiz siyah-beyaz filmin bir belgesel olduğu fikrine kapılmamıza neden oluyor. Bu iki duygu birleştiğinde filmin, geçmişte yaşanmış bir gerilla savaşını gözler önüne serdiğini düşünüyoruz. Vargas ise anlattığı öyküyü sabit bir zaman dilimine oturtmayarak önce Meksika Devrimi sırasında ve ardından da 1970'li yıllarda verilen mücadelelere genel geçer bir anlam yüklüyor.
Filmin samimi, barışçıl atmosferine rağmen her daim hissedilen tedirginlik duygusu, en sakin, en ılımlı zamanlarda bile uğruna mücadele edilen sorunların her zaman gündemde olduğunu ve ülkeye tekinsizlik aşıladığını belli ediyor. Meksika'nın güncel problemlerine dair çarpıcı örnekler sunmayı da başaran Vargas'ın bu örnekleri öykünün gidişatına yedirmekte oldukça başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.
Filmin, en çarpıcı özelliğinin ise 81 yaşındaki başrol oyuncusu Ángel Tavira olduğunu da eklemek gerek. Gerçek hayatta da 13 yaşında sakatlanan eline rağmen keman çalarak hayatını kazanan Tavira, ilk filmi olan Keman'da hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kaldığı problemlerle mücadele ettiğini, filmin öyküsünün gündelik yaşamının bir parçası olduğunu hissettiriyor. Bu durum Tavira'nın oyunculuğuna inanılmaz bir doğallık katmakla beraber filmin samimiyetini ve sunduğu Meksika portresinin gerçekliğini besliyor. Böylelikle Keman, çekildiği bölgenin yerel özelliklerinden sonuna dek faydalanan içten bir Meksika filmine dönüşüyor. Az ve öz söz söylemedeki üstün başarısı, anlamsal zenginliği ve görsel sadeliği de Keman'ın kaçırılmaması gereken bir film olduğunun altını çiziyor.