Baba-Oğul Mimarisi
Yazar: Zeynep BerikPhiladelphia'dayız. Michael Moore'un dolaştığı topraklara yakın yerler. Ruh, Amerikan ruhu. Konu, mimari. 2004 yılında, en iyi belgesel Oscar'ı adayı Mimar Babam: Bir Oğlun Yolculuğu, Nathaniel Kahn'ın, 20. yüzyılın önde gelen mimarlarından biri olan babası Louis Kahn'ı, babasının yapıtlarında araması ve arkasında bıraktıklarıyla hesaplaşmasını konu alan bir belgesel.
Nathaniel, babasının ölümünden yirmi beş yıl sonra yollara düşer; yolculuk, babasının izlerinden hareketle, kendi varoluşuna getirdiği çeşitli çözümlemeler ve cevaplar aradığı mekanlara ve kentlere taşır onu. İzleyici de bu yolculukta, onunla birlikte keşfe davetlidir.
Nathaniel, Louis Kahn'ın üç ayrı birlikteliğinden olan en son çocuk. Nathaniel'in Annesi Harriet 30, Louis Kahn ise 60 yaşında iken başlayan ilişkileri, kısa sürer. Özensiz ve başına buyruktur Kahn'ın ilişkileri. Yaratıcılığının ve kendi hayatının önüne hiç bir kadın ve hiç bir ilişki geçemez. Çevresinde, yüzüstü bıraktığı kadınlar, her ne kadar Kahn'la olan ilişkilerinde yalnızlarsa da, onu tanımış ve onun kadını olmayı tatmış olmak bile yaşamları boyunca yetecektir. En azından, röportajların buruk fakat pişmanlık taşımayan tatlarıdır bu kadınların seçimleri olan yalnızlık halini hissettiren. Her biri "sağlam" mimar olan kadınların en önemli ortak noktaları, çocuklarını, "bölünemeyen" ortak babaları olmaksızın, tek başlarına yetiştirmek durumunda kalmalarıdır. Çünkü baba Kahn ve mimar Kahn, hem aile hem iş hayatında, her yerde ve hiçbir yerde olabilmeyi "başarmış" biridir.
Nathaniel, filmin yönetmeni, fikir babası ve "oyuncusu" olarak, tüm duygularına tanık olabileceğimiz alanlar yaratıyor, biz izleyicilere. İzleyici, sadece bakan ve yönetmenin bildiğini öğrenen değil, onunla birlikte yollara düşen biri oluyor bu filmde. Louis Kahn'ın dünyası, filmin başında keşfedilmeyi bekliyor; Nathaniel bizi yönlendirecektir... Nathaniel, babasına, onun çevresine, annesine, Kahn'ın diğer kadınlarına ve yalnızlığına kızgındır. Babalık görevini yerine getirmeyen Kahn, dünya için bir idol olmayı başarmış ve mimarlığın çizgisini değiştirmişse de, Nathaniel için, samimiyetsiz, bencil ve zararlıdır. Babasının yapıtlarında gezinirken, Nathaniel, hem kendisine hem de izleyiciye, Louis Kahn'ın dünyaya ve çevresindeki insanlara "yalnızlıkları" dışında başka şeyler de bırakmış olduğunu fark ediyor. Film, Nathaniel Kahn'ın babası ile ilişkisindeki duygu devinimlerini izleyiciyle paralel bir süreçte yaşatmaktaki başarısını, herkesin çok yakınında yaşayabileceği, terk edilme, sevme, ünlü olma, egoların çatışması gibi duyguları bizlerin de deneyimlemesine yol açarak sürdürür.
Belgesel, bir bakışta, sözünü ettiğimiz ilişkiler, ünlü mimar bir baba, onu yeterince tanıyamamış ve bundan dolayı kızgınlığını ve babasının boşluğunu sürdüren bir çocuğun öyküsü olarak nitelendirilebilir. Nathaniel'in bu yolculuğa çıkarken yanına aldığı en önemli şey, "dinlemek" ve gözleyebilmek olacaktır.
Mimari yapılar, zamanın akışına direnir. Doğanın zamanına müdahale etmez, "anıtsallık"(monumentality) bir kalıcılık öğesi olarak, zamanın duvarlarıyla sırt sırta bir mücadele içinde bulur kendini. Filmde de, içinde yaşanılan yapılar, Kahn'ın dünyayı gezerek tüm felsefelerden etkilenerek sentezlediği, "o topraklara" ait olmayan mekanlar oluşturduğu "mekansız" üsler. Mimar'ın insan-doğa-dünya gözleminden sonra kendinden ortaya koyduğu, tanrısal bir egoyu tetikler. Doğanın akışını bozmadan, ona bir şeyler armağan edebilen mimarlar, başka bir dünya ve yaşam alanı anlayışını mümkün kılabiliyorlar. Louis Kahn, Frank Gehry, Aldo Rossi gibi mimarlara öncülük etmiş biri.
İşte bu mimarlar, dünyayı değiştirmeyi kendi sorunsalları haline getirebilen, böylelikle yaşam alanlarında attığınız adımlarda sizi farkına vardırabilen kişiler olarak öne çıkıyorlar. "Mimar Babam"da söz konusu olan, "sanatçı"nın kendi varlığını göz önünde bulundurmaksızın, yaşam güvencesi gibi bir ögeyi hayatından uzak tutarak, sadece ve sadece, salt yaratım sürecine kendini kaptırması. Bu kapılma, kendisini o insanın özeli içinde gören diğer insanları, bir çemberin dışında bırakıyor. "Diğerleri ve ben" ilişkisi ise, diğerlerinin ben olan taraflarıyla sürekli çatışma içinde gidiyor. Kimse kimseden vazgeçemiyor, ortada suç yaftasını yapıştıracak birileri de yok. Bu durum, "ben"in çevresindekiler için kabullenilmesi zor, "ben" için ise farkındalığı göz ardı edilen bir ilişkiye dönüşüyor. İlişki, yumak olmuş... Sonuç; (Bakınız, dehaların hayatları) Aynı zamanda, bu durum, evde denemeye kalkınca tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. Çünkü özünde oldukça acılı ve tüm sonuçlara katlanılması gereken bir yaşamı beraberinde getiriyor. Filmle ne ilişkisi var derseniz?
Louis Kahn'ın kendisi ile, doğayla, insanlarla mücadelesinden ortaya çıkarttığı olumlu gibi görülen tek şey, Kahn'ın mimarisi. İşte o teklik, pek çok yaşama armağan edilmiş, diğerlerine yaşattığı acıları bir yerde toplamış bir yapı olarak dünyada, zamana direniyor. Nathaniel ise, birinci tekil olarak, kendi hikayesinden hareketle, babasının ve kendi dünyasındaki yaşama dair faturaları bir bir döküyor ortaya. İçten ve yalın öykü, son dönemlerde epey rağbet gören, bireysel tarih çalışmasının başarılı örneği. Mimari, yaşam ve zaman arasında gidip gelen, Kahn'ın binalarının ise, onun yerine konuşabildiği ve isteyen herkesle iletişime geçebilecek bir film.