Bir asır öncesinde Amazon nehrine uzanan, meşakkatli bir macera…
Yazar: Duygu KocabaylıoğluTürkiye’de ve globalde devam eden pandeminin gölgesinde, aşının kanatları altında, yeni normalimize sinema profesyonelleri olarak alışmaya çalışıyoruz. 1 Temmuz’da açılan sinema salonlarında ilk 4 hafta yaklaşık 2 milyon seyirciye bilet kesilmiş olması ise küçük de olsa bir umut arz ediyor. Bu oranda pastadan en büyük payı da Hızlı ve Öfkeli 9, Black Widow, Korku Seansı 3 gibi başat Hollywood yapımları çekiyor. Temmuz ayının son haftasını da yine bilet sayılarına cansuyu olabilecek yapımlarla karşılıyoruz. Buyurun Dwayne Johnson’lı, Emily Blunt’lı Amazon macerası Jungle Cruise’a.
California’daki Disneyland eğlence parkında yer alan aynı isimli etkinlikten ilham alınarak hayata geçirilen bir proje Jungle Cruise filmi. Rejisör koltuğunda ise Evdeki Düşman, Kimliksiz, Gece Takibi gibi filmlerin yönetmeni Jaume Collet-Serra oturuyor. Senaryo ise Michael Green, Glenn Ficarra ve John Requa üçlüsüne emanet edilmiş; her birinin kaleminden çıkmış ödüllü yapımlar mevcut. Yani özetle başat oyunculara da baktığımızda karşımızda A-Takımı bir film var. Doğrusunu söylemek gerekirse hem dönem dokusu olan hem de doğada geçen bir macera prodüksiyonu açısından Disney de kesenin ağzını iyi açmış. Tabii kurumun kendi içinden çıkan bir hikayede aksini düşünmek de pek olası değil. Nihayetinde karşımızda Indiana Jones’tan Karayip Korsanları’na uzanan bir çizgide ‘rengârenk’ bir aksiyon macerası var; komedi soslu ve hafif romans rüzgarlı…
I. Dünya Savaşı yıllarında geçen hikaye botanik uzmanı, bilim insanı Lily Houghton’ın (Emily Blunt) tıp dünyasında çığır açacağına inandığı, efsanelere konu olan bir tedavi yöntemini keşfetmek için Amazon ormanlarında yaptığı yolculuğu merkezine alıyor; ama tabii ki bununla sınırlı değil. Dönemin ruhuna uygun, öncü bir feminist olan Lily, Amazon bölgesindeki kabilelere ait gizemli bir ok ucu ile yine bu yöreye ait Ayışığı’nın Gözyaşları efsanesinin peşine düşüyor, yanında da tam bir İngiliz beyefendisi olan, hafif züppe erkek kardeşi McGregor’ı (Jack Whitehall) alıyor. Sıradan turistlerin asla gitmeye cesaret edemeyeceği bu Amazon nehri yolculuğu içinse yolları, kaptan Frank (Dwayne Johnson) ile kesişiyor.
Başlangıçta salt bilim uğruna çıkılan bu yolculuk filmin ana omurgasını oluşturuyor; öte yandan, ok ucu çevresinde şekillenen yerel öyküler, Almanya’nın savaşı ancak bu efsane bulunursa kazanabileceğine inanan psikopat Alman Prensi Joachin’ın (Jesse Plemons) hain oyunları ve pek tabii Frank’in gizemli tutmayı tercih ettiği geçmişinin ufaktan ortaya çıkmasıyla ile mevzu kelimenin tam anlamıyla ‘dallanıp budaklanıyor’.
Aslında yan öyküler 128 dakikaya sıkıştırılmayacak kadar çok malzeme veriyor senaryoya. 18-19. yüzyıllardan 1900’lere de miras kalan, ‘batılının’ kendisinden olmayanın, farklının ve gizemlinin peşine düşme itkisi; yükselen ama yükseldikçe kerli ferli kodaman erkeklerin sinirine dokunan kadın hareketi; yüksek Alman ırkını saplantı haline getirmiş bir aristokratın psikopatça çırpınışları – birisini hatırlattı mı?-, lanetlenerek taşa dönüşmüş orta çağ şövalyeleri ve sömürgeci kapitalist sermayedarın açgözlülüğü filmin alt dokularını, yaslandığı temaları oluşturuyor. Yani geniş bir macera-komedi skalasında her baharat notasından bir tutam atılmış gibi bu filme. Bu noktada bilimin yolunda giden iyiler İngiliz iken kötü adamın baya karikatürize edilmiş olan bir Alman prensi olması tabii ki gözlerden kaçmıyor. Yine Amazon yerlileri ‘iyiler’ ama bölgeye işletmeci olarak gelen ve nehirdeki deniz taşımacılığını ele geçiren ‘beyaz adam Nilo’ (Paul Giamatti) filmin fesat karakteri olarak şekilleniyor. Özetle şemalar bildiğimiz, seyircinin alıştığı gibi oturtulmuş. Bu noktada sadece Dwayne Johnson’ın canlandırdığı Frank’in hafif bir ters köşe yaptığını, The Rock’ın sağ gösterip soldan kroşe salladığını ekleyelim. O kadar da filmin sürprizi olarak kalsın artık.
Filmin tüm oyunculukları da çizilen bu çerçeveler içerisinde şekilleniyor. Emily Blunt’ın başarılı bir 20yy. bilim insanı ve ayakları üzerinde duran kadın performansı ortaya koyduğunu söyleyelim, özellikle kaçış, kovalamaca, yer yer dövüş sahneleri de heyecanın dozunu tutturuyor. Eşlikçisi Jack Whitehall başlarda tutuk kalsa da filmin ikinci yarısında açılan bir performans sergiliyor. Dwayne Johnson’ın ise bir önceki benzer temalı serisi Jumanji’den biraz rol çaldığını söylemek gerek…
Yapımın prodüksiyon kalitesi ise oldukça tatmin edici. Hem bir dönem filminin gereklilikleri olan kostüm, saç-makyaj, dekor gibi yapım tasarım öğeleri, hem de Amazon ormanlarının nehriyle, bitkisiyle hayvanıyla, hatta yerlisiyle yeniden canlandırıldığı sahneler, prodüksiyonda yüzlerce insanın emeğinin geçtiğini bir kez daha vurguluyor. Daha önce 8 Oscar adaylığı olan usta müzik insanı James Newton Howard imzalı müzikler türün gereklilerini yerine getirecek biçimde kurgulanmış; öte yandan özellikle açılış sahnesinde Metallica grubunun Nothing Else Matters parçasının orkestral biçimde yeniden yorumlanışı yerinde ve güçlü bir başlangıç olmuş.
Bu kadar iç içe geçirilmiş öykü aktıkça, karşınıza çıkan mantık hatalarını görmezden gelebilirseniz, aslında eğlenceli bir film Jungle Cruise. Her ne kadar görsel efekt, özel efekt, 3D, VFX vb. onlarca farklı dijital dokunuş işin içine girse de pandemide yerimizden halen pek kıpırdayamadığımızda, geniş perdede Amazon ormanlarına gitmek iyi gelebilir. Sonuçta sinema tam da bunun için değil mi? İyi ki geri geldin beyazperdenin büyüsü!