Yüksek Ego Bıktırır
Yazar: Ayşegül Kesirliİzleyende herhangi bir duygusal reaksiyondan öte zıplamadan çığlık atmaya dek uzanan fiziksel tepkiler doğuran bir gerilim filmi, gerçekten de beyazperdeden fırlayıp seyredene bedensel olarak dokunabiliyor. Bu nedenle bir gerilim filminin izleyicisi ile kurduğu ilişki, zaman zaman herhangi bir filmin kurduğundan çok daha yakın ve kişisel olabiliyor bana kalırsa.
Süresi boyunca psikolojimizde iniş çıkışlara sebep olan bir gerilim filmi, farklı geçmişlere sahip bir izleyici topluluğu içinde, herkesin değişik korkularını tetikliyor. Sizin hiç tepki vermediğiniz bir sahnede yanınızda oturan kişi hafif bir titreme nöbeti geçirebiliyor örneğin. Seyredenin kişisel bilinçaltıyla bu kadar ilintili bir ilişkiden bahsettikten sonra herhangi bir gerilim filminin başarısı hakkında genel bir kanıya varmak da zorlaşıyor. Sağlıklı bir yorum yapmanızı, kendi kişisel korkularınız engelliyor.
Craig Rosenberg yönetmenliğindeki Alacakaranlık, egosu oldukça yüksek bir film. Korkutucu anları doğal akışına bırakmayıp, ses ve müzik efektleriyle işaretleyen film, sürekli izleyicinin bir adım önünde durmak için aşırıya kaçan bir çaba sarf ediyor. Seyredenin olacakları önceden tahmin etmesine engel olmaya çalışırken daldan dala atlayan hikayesi ise, olay örgüsünü sıkı sıkıya takip edemememize yol açıyor.
Bu yaklaşımıyla izleyeni, olan bitenleri hazmetmesi için özgür bırakmayıp, baskı altına alıyor. Eğer bu tutum seyredeni germek dışında belirli bir amaca yönelik olsaydı, ilginç sürprizlere ve adrenalin yağmuruna sebep olup, önünde saygıyla eğilmemizi sağlayabilirdi. Fakat Alacakaranlık'ın bu baskıcı tavrı, sürekli kendisi konuşmak isteyen bir çocuğun iç sıkıcı inadını andırıyor. İlk başta nedenini anlayamadığımız ve hafif gülümseyerek maruz kaldığımız bu baskının esas nedeninin olay örgüsündeki tutarsızlıkları örtbas etmek olduğunuysa ilerleyen dakikalarda anlıyoruz.
Alacakaranlık, bir hikayeye, birbiri içinde çözünemeyecek birçok öykü karıştıran ve havada kalan bölümleri nedeniyle kendi içinde bocalayan bir yapım. İnzivaya çekilen yazar teması ile Stanley Kubrick'in The Shining'ini hatırlatan, çocuğunun ani ölümünü kabullenebilmek için uzaklara kaçan anne modeliyle Nicholas Roeg'in Don't Look Now'una göz kırpan film, bu öykülerle de yetinmiyor. İnzivaya çekildiği evin geçmişini keşfeden ve evin hatıralarına gömülen kadın figürünü de, Alfred Hitchcock'un Rebecca'sından ödünç alıyor ve bütün bunların içine bir de fazladan olay örgüleri sıkıştırıyor.
Hepsi ayrı ayrı koca birer filme konu olmuş hikayeler bir araya konulup, bir karakter etrafında dönmeye başladığındaysa suyu sıkılmış birer limondan farkları kalmıyor. İçi boşalan konular izleyiciye hiçbir anlam ifade etmemeye başlayıp, gülünç bir hal alıyor. Filmdeki bu kusuru kamufule edebilecek gerilim unsurları da usulüne uygun bir ritme sahip olsalar da, yeterince yaratıcı bir performans sergileyemiyorlar. Yerinde kullanılan ses ve müzik efektleri, kişisel hayatında karanlık korkusuyla boğuşmakta olan birini gerebilecek cinsten olmalarına rağmen filmi tek başına götürebilecek kuvvetten yoksunlar.
Bütün bunlara rağmen, Alacakaranlık'ın, seyircinin dikkatini ayakta tutmayı başaran enteresan bir yönü var ve bana kalırsa bu yönün tamamını mekan seçimine borçlu. Çünkü inzivaya çekilen hüzünlü yazarımız Rachel'in kulübesinin bulunduğu ada, filmde eksik olan her şeyi içinde barındırıyor aslında. Penceresinden eski püskü bir deniz feneri görünen bu kulübe, kayalık bir arazinin tam kenarında yer alıyor. Gece olduğunda in cin top oynayan el değmemiş çevrenin korkutucu havası, zayıf gerilim öğelerine güç katıyor.
Rachel'ın ara sıra indiği kasabanın puslu havası ve kendi aralarında Keltçe konuşan kasaba sakinlerinin gizemli tavırları, izleyenlere bu yerin insanı meraka düşüren filmden bağımsız bir öyküsü olduğunu hissettiriyor. İçine kapanık atmosferiyle izleyeni heyecanlandıran boş ve ürpertici mekan, öyküsündeki anlam karmaşasına rağmen filmin geneline bir sadelik yayıyor. Alacakaranlık, mekan tercihiyle bizleri kandırıp, kendisini izlettirmeyi biliyor.
Fakat sinema salonunu terk ettiğiniz anda etkilendiğiniz her şeyin filmin kendisiyle alakası olmadığını anladığınız zaman, büyük bir hayal kırıklığına kapılıyorsunuz. İngiltere'nin puslu havasının, dağlık mekanlarının sihri, ucuz gerilim romanlarını andıran senaryosuna karşın bütün bir filmi size izlettirmiş oluyor. Aklınızda sadece film boyunca Kelt müziklerini ne kadar dinlenmeye değer bulduğunuz kalıyor.