Hesabım
    Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi

    Benjamin Button

    Yazar: Orkan Şancı

    Kariyerinde "Se7en", "Fight Club" gibi filmler olan kaç tane yönetmen tanıyorsunuz? Kişisel favorilerimden "The Game" de bu listeye eklenebilir. Bu filmlerin hiçbiri En İyi Film dalında Oscar'a aday olamadı. Keza yönetmen de öyle. David Fincher, Akademi şu ana kadar ısrarla görmezden gelse de, Hollywood'da büyük saygınlığı olan bir isim. Yeni filmi "Benjamin Button"ın tam 13 dalda ödüle aday gösterilmesi, belki de gecikmiş bir özür olarak değerlendirilmeli.

    F. Scott Fitzgerald'ın kısa öyküsünden senaryolaştırılan film tam 166 dakika sürüyor. En büyük sorunlardan biri bu zaten. Söylemek istediği cümle, yani "Hayatı ne yöne doğru yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemli", uzun süreli zincirleme olay akışı içinde kaybolmuş gibi. Ana malzemesi "hayat" olan bir filmi izlerken; hayat üzerine düşüncelerimizi gözden geçirmemiz, yaptığımız/yapmadığımız tercihler üzerine kafa yormamız neden bu kadar zor olsun ki? Dahası fikrin asıl sahibi Mark Twain'in umduğu gibi, yaşlıyken beyni de yaşlı düşünen, gençleştikçe fikri de gençleşen bir karakter yok karşımızda. Sadece cildi gençleşiyor. Benjamin Button, oyuncaklarıyla oynadığı sahne, bir de hayat kadını tarafından övgülere mazhar olduğu ilk cinsel deneyim sahnesi dışında, karakterinin değişimi konusunda ipucu vermiyor.

    Senaryoyu yazan isim Eric Roth, böylesi bir film için biçilmiş kaftan. Forrest Gump'ta karakterin farklı zaman dilimlerinde, tarihe geçmiş olay ve kişilerle etkileşimini uzun süreye yayılmış anlatım yapısı içinde başarıyla kağıda dökebilmişti (Oscar'ı da hakkıyla almıştı). The Insider, Munich gibi filmlerin metninin de ona ait olduğunu hatırlatırsak, nasıl bir adamla karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayabiliriz. Doğrusu, kendisinden istenen şeyi yapmış Roth. Brad Pitt'in olağanüstü bir beceriyle yansıttığı yaşlı Benjamin Button'ı da, orta yaştaki Benjamin'i de, minik Ben'i de, tersine yaşanan bir ömür içinde nasıl yaşanabilirse yaşatmış. Peki film, neden "tam olmamış" hissi uyandırıyor. Biraz daha mı uzun sürmeli, yoksa daha kısa cümlelerle daha ortalama bir metne mi ihtiyaç vardı? Belki de sorun, çok komik bir espriden koca bir film yapılamayacağı gerçeğinden hareketle çok güzel bir fikirden uzun metraj bir film yapmaktaki anlatım zorluğudur.

    İki gerçeklik, yani Brad Pitt'in ağır makyajlı yüzü ile küçük oyuncuların bedenleri öylesine başarıyla birleştirilmiş ki, adamın adı özel efekt uzmanlığından gelme David Fincher olmasa hayretler içinde kalacağız. Pitt'in bir yaşlıyı hangi mimikler ve ses tonuyla oynadığını gördüğünüzde hayran olacaksınız. Genç Benjamin olaraksa Pitt'in zaten inandırıcılık sorunu olamazdı. Nerede nasıl çekti bilmiyorum ama Fincher dönemin havasını (arabalar, New York, New Orleans) da birebir yansıtmış. Teknik anlamda tüm bu zorlukların aşılmasına rağmen, yine dönüp dolaşıp uzun süre ve filmin amacının bu süre içinde kaybolma tehlikesini vurgulama ihtiyacındayız.

    Filmin anlatım olarak seçtiği çıkış noktası, yaşlı bir kadının ölüm döşeğinde hayatının aşkını hatırlaması üzerine kurulu. Yaklaşmakta olan fırtına, ölümün habercisi, hatta kendisi. Bu bir parça, Lajos Koltai'nin 2007 tarihli "Evening"ini hatırlatıyor. Hayatın gözünün önünden sinema şeridi gibi akıp gitmesi ya da "pişmanlıklar, ölüm anında unutulur" gibi.. Keza bu son söylediğimiz de Benjamin Button'ın "esas cümlelerinden biri". Ama dedik ya, uzun süre, cümlelerin altını çizmeyi zorlaştırıyor, karakterin tersine giden yaşam öyküsüne odaklanan yapının ilgi çekiciliği, arada söylenen esaslı lafları gölgeliyor. Üstelik bu yapı, romantizmi de gölgelemese, çok da sorun olmayabilirdi. Ama Benjamin'in, hayatının aşkı Daisy (yine muhteşem Cate Blanchett) ile olan etkileşiminin başladığı bölüm, başarılı bir romantizm denemesinden çok, Cronenberg sinemasından fırlamış tuhaf bir aşk öyküsü gibi perdeye yansıyor.

    David Fincher filmin bir noktasında, hani şu kaza sekansının kurgusunda anlatımı tıpkı Fight Club'ta olduğu gibi bozuyor. O filmde anlatıcı (Edward Norton) birden kameraya bakmaya başlayıp seyirciyle konuşuyordu. Burada ise, Benjamin, hayatın nasıl olasılıklar üzerine kurulduğunu, Fincher'a has bir kurgulamayla anlatıyor. Filmin Oscar'da iddialı olduğu dallardan biri de kurgu zaten.

    Fincher'ın Se7en, Fight Club ve Zodiac gibi filmlerde çekim setinin önemli adamı, kameraları teslim alan Claudio Miranda yine iş başında. Görüntü yönetmeni olarak bu film onun da ilk adaylığı. Ben ve Daisy'nin rıhtımdaki sahnelerinde bir an için görüntüyü dondurup poster ya da bilgisayar masaüstü yapmak isteyebilirsiniz.

    Teknik olarak hiçbir eksiği bulunmayan yapımın tam 13 dalda Oscar'a aday gösterilmesi, sizi korkutmamalı. Aşırı şişirilme sözkonusu değil. Sorun, sizin bir seyirci olarak filmde ne bulacağınızla ilgili. İçine girmekte sıkıntı çekmeyeceğiniz, ama çıktığınızda ağzınızda buruk tat bırakacak bir deneyim olması muhtemel. Ama, filmlerden beklentiniz, "hayatınız üzerine düşünme" değilse fazlasıyla keyif de alabilirsiniz. Fincher'ın filmografisinde gayet ayrıksı duran, Akademi'nin çok sevdiğini tahmin ettiğimiz kurmaca-biyografik bir öykü olması, ödül şansını da artırıyor. Ama bir film için asıl ödül, sinemada izlendikten bir süre sonra seyirci tarafından DVD olarak satın alınıp yıllarca rafta beklemek, zamanı geldiğinde defalarca izlenmek değil midir?

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top