Hesabım
    Arka Bahçe
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Arka Bahçe

    Meirelles’in İkinci Tokadı

    Yazar: Ayşegül Kesirli

    Fernando Meirelles, üç sene önce Tanrıkent isimli bir filmle çıktı karşımıza. İtalyan yeni gerçekçilerini hatırlatan hareketli kamerası, doğal ışığı ve amatör oyuncularıyla hepimizi şok eden, bambaşka bir Afrika tasviri sundu. Yeni filmi Arka Bahçe ise tecrübeli oyuncuları ve düzenli anlatımıyla ilk bakışta çok daha kurgusal, çok daha "turistik" bir film izlenimi veriyor. Fakat inanın bana, bu sefer suratımıza çarpan tokat Tanrıkent'ten çok daha sert oluyor. İlk filmde sırtımıza konan yük Arka Bahçe ile daha da ağırlaşıyor. Bütün bu nefes daraltıcı ruh haline ise sinemanın hep yüzleşmek zorunda kaldığı bir dava sebep oluyor; izleyeni oturduğu yere mıhlayan dikizcilik çıkmazı.

    Filmin bizleri nasıl dikizci konumuna yerleştirdiğine değinmeden önce Afrika ile olan özel ilişkilerimizi masaya yatırmamız gerekiyor sanırım. Şahsen benim hiçbir zaman tam olarak anlayamadığım, uzaktan çocuksu bakışlar atıp, yaklaşmaya, tanımaya korktuğum bir yer Afrika. Bütün bunların yanında meraklı bir eğilimle uzaktan gözlemliyorum, çeşitli belgesellerde, National Geographic özel sayılarında bu enteresan kıtayı anlamlandırmaya çalışıyorum. Sizin anlayacağınız, birçok insanın olduğu gibi benim de Afrika'yla mesafeli bir ilişkim var. Gizli gizli hayalimdeki Afrika'nın içine çekilmek istesem de bu hissi kendi uygar çevremde, kendi arka bahçemde yaşıyorum.

    Uzaktan izliyorum ve yardım edememenin vicdan azabını sineye çekmeye çalışıyorum. Filmi izlerken de doğal olarak bu kıtayla olan akıldışı ilişkileri beraberimizde getiriyoruz. Fernando Meirelles de bu durumun öylesine farkında ki bizleri aynen gerçek hayatlarımızda olduğu gibi etkiden yoksun dikizciler olarak konumlandırıyor. Bu şekilde hayalimizdeki Afrika'nın içine çekmiyor bizleri, ama buz gibi soğuk bir gerçekliğe, elle tutulur bir akışa hapsediyor. Ve film bittiğinde boğazınıza düğümlenen o merak duygusunu, o çocuksu utangaçlığı yutmaya cesaret edemiyorsunuz.

    Bütün bunların yanı sıra Meirelles, filmi sürükleyen ana karakterlerini aynı izleyenler gibi birer dikizciye çeviriyor ki seyredenler konumlarını pekiştirsinler, oturdukları yerden izlemenin nasıl bir sebep sonuç ilişkisine neden olduğunu daha net fark etsinler. Afrika'ya gönderilen İngiliz diplomat Justin, tam bir dikizci örneğin. Çok az konuşan, hafif utangaç, sakin bir memur havasında. Bütün gün güzel evinde oturup, İngiltere'dekine yakın bir hayat sürmeye çalışarak, görevi sadece Afrika'nın doğal akışına etki etmeden beklemekmiş izlenimi veriyor. Karısı Tessa ise konuşarak, kendi bahçesinden çıkıp dolaşarak Justin'den daha büyük işler başarmak niyetinde. Sadece dikizlemek ve Afrika'nın egzotik havasından ürkmek yerine karşısından duran resmi değiştirebilme gücünü elde etme derdinde.

    Bu karşıtlığın arasında Justin, sinema koltuğunda hareketsiz oturmakta, izlemekte ve Afrika ile absürd ilişkiler kurmakta olan bizlerin bariz bir temsili. Ve Justin, filmde kendi ifadesizliğinden kendi ketumluğundan ne kadar acı çekecekse Meirelles'nin kusursuz işleyen sinema dili de dolaylı yollardan bizleri aynı acıya mahkum ediyor. Bizler aynı Justin gibi olanlara engel olamamanın acısını çekmekteyken görüntüler öylesine derin anlamlar kazanıp ve bütün pasifliğimize karşı durup, öylesine seri hareket ediyorlar ki, bir anda bizim yapamadığımızı yaptıklarını, hayatlarımıza müdahale edecek konuma yerleştiklerini fark ediyoruz. Çünkü bizde harekete geçme isteği uyandırıyorlar.

    Sinema salonunu terk etme aşamasında hikayenin içindeki kişisel konumumuzu netleştirip, ilk şoku atlatıyoruz belki. Bütün bunların ardından da filmin perde arkasını düşünme şansını yakalıyoruz ve anlıyoruz ki Arka Bahçe, yazar, yönetmen ve oyuncu işbirliğinin son dönemde karşımıza çıkan en güzel örneklerinden biri olsa gerek. Onu yukarıda bahsedildiği kadar kışkırtıcı ve çarpıcı kılanlardan biri de işte bu birlik duygusu zaten. Filmi izlediğimiz sırada böyle sıkı bir kenetlenmenin farkına varmak belki biraz güç oluyor çünkü sadece etkilenmekle, kalıbımıza sığamamakla meşgul oluyoruz. Fakat salonu terk ettiğimiz anda ortada yazarın ne anlatmak istediğini onunla defalarca tartışmış ve bütün olay örgüsünü kendi gördükleri ile beslemiş bir yönetmen olduğu fikrine kapılıyoruz.

    Filmin, toplu bir beyin fırtınasının ürünü olduğu düşüncesi sadece yönetmen ve yazar arasında kurulduğu varsayılan ilişkiyle de bitmiyor. Tess rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında ödül alan Rachel Weisz gerçekten de muhteşem bir performans sergiliyor. Ancak bu harika performansta Ralph Fiennes'ın payının ne kadar büyük olduğu da tartışılması gereken bir konu. Canlandırdığı karakter gereği çok az konuşan, neredeyse David Cronenberg'in Örümcek'indekine yakın bir oyunculuk sergileyen Fiennes, seyirci için öylesine motive edici ki, kendisiyle karşı karşıya duran bir oyuncuyu nasıl bir atmosferin içine sürükler ben şahsen tahmin bile edemiyorum.

    Bir oyuncunun canlandırdığı karakterle bu kadar bütünleşmesini sağlayacak mekanı ve ışığı yaratabilen Fernando Meirelles'i de bu olağanüstü iş birliğinin ele başı olarak tanımlayabiliyorum.

    Bütün bu övgü dolu sözlerime rağmen nedense bu yazıyı "Bir film izledim, hayatım değişti" klişesi ile bitirmek istemiyorum. Bu filmden çıktığınızda size kendinizi iyi hissedeceğinizin, dünyevi öğütler almış olacağınızın garantisini de veremiyorum. Belki hayatlarınız da değişmeyecek. Ama sizi harekete geçirecek bir şeyler var bu filmde, gelecek planlarınızda ufak değişiklikler yapmanızı sağlayacak, bakış açınızı değiştirmeye yarayacak bir şeyler var ve bu özellikleriyle kesinlikle izlenmeyi, takdir edilmeyi hak ediyor.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top