Hesabım
    Gün Batmadan
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Gün Batmadan

    Güneşi Batıran Aşk

    Yazar: Misafir Koltuğu

    Sonu seyircinin takdirine bırakılmış bir filmin ardından tahmin yarışına girmek bir reflekstir sanki. Sence ile başlayan sorulara bence ile biten yanıtlar verilir. Ancak bu anlam karmaşasından kurtulmaya entelektüel bakış açımız izin vermez bir türlü. Kamera önünde söylenen birbirinden derin sırları bilmek en doğal hakkımızken, kameranın ardındakini merak etmek ayıptır nedense. Bu yüzden de devam filmlerine inanmayız biz sinemaseverler. Bu şekilde filmle aramızda kurulan bağa ihanet edildiğini düşünürüz.

    Before Sunrise(1995)'dan dokuz sene sonra çekilen bir devam filmi Before Sunset(2004). Viyana'ya giden bir trende tanışan Jesse ve Celine'in hikayesi. Geri kalan hayatlarını tek bir günü merak ederek geçirmek yerine o günü yaşamayı tercih eden bir kadın ve bir erkeğin öyküsü. İlk filmde sabahın erken saatlerinde noktalanan ilişkileri, ikinci filmde dokuz yıl sonra Paris'te karşılaşmaları ile devam ediyor. Ve bir akşamüzeri hikayesi de işte burada başlıyor.

    Richard Linklater, Slacker (1991), Dazed and Confused (1993) ve Suburbia (1996) gibi filmler ile 90'lı yıllara damgasını vurmuş bir yönetmen. İlk dönem filmlerinde, kayıp kuşak olarak nitelendirebileceğimiz günümüz gençliğinin yaşam tarzlarını ele alıyordu. Son filmlerinde ise olay örgüsünün, banliyö gençliğinden çok, otuzlu yaşlarına yeni adım atmış karakterler arasında döndüğünü görüyoruz. Bu da bize Linklater'ın, ilerleyen yaşıyla gelen kişisel deneyimlerini işine yansıtmayı başarmış, yetenekli bir yönetmen olduğu fikrini iyice benimsetiyor.

    Before Sunset konusu ile neredeyse sıradan bir romantik komediyi andırıyor. Ancak konunun işleniş tarzı onu bu kategoriden kilometrelerce uzağa taşıyor. Richard Linklater, giriş gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşan bir olay örgüsü kurmuyor. Bunun yerine bizleri, iki insanın hayatını resmen gözetlemeye davet ediyor. Bu davet bizlere Fransız kafe'lerinde yapılan uzun sohbetleri dinlemenin, parklarda dolaşmanın kapılarını açıyor. İlk filmdeki çocuksu, romantik tavırlarını geride bırakan Jesse ve Celine, karşımıza tecrübeli birer yetişkin olarak çıkıyorlar. Neredeyse geçmişleri ile dalga geçiyor, bir olgunluk yarışının ortasına düşüveriyorlar. Ancak dakikalar ilerledikçe egolarından arınan gerçek yüzleri ortaya çıkıyor ve aslında yetişkin taklidi yapan birer çocuk olduklarını düşünmeden edemiyoruz. Yüzümüze sevecen bir gülümseme yayılıveriyor birden.

    Filme bu kadar içten yaklaşabilmemizde Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin güçlü oyunculuklarının payı da büyük. Uzun diyaloglarla temellenen filme, doğaçlama oyunculukları ile hareket kazandırıyorlar. Ve seyircinin ilgisini kaybetmesini engelleyerek, hikayenin devamlılığını sağlıyorlar. Hareketlerindeki doğallık karakterleri sanki yan apartmanımızda yaşayan sahici insanlar gibi algılamamıza neden oluyor. Julie Delpy'nin gitarı ve sesi de filmin içinde yüzlerimizi gülümsetip, yüreğimizi okşayan bambaşka bir neden.

    Benim kişisel olarak filmi bu kadar çok sevmemin nedeni ise daima kendi kendime sorduğum bir soruya cevap vermiş olması. Bu tarz filmler genellikle hep benzer bir olay örgüsü ile başlar. Kader ağlarını örer, iki insan tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Belki de hep başımıza gelmesini isteyeceğimiz bir olayla karşı karşıya kalırlar; Viyana'ya giden bir trende karşı koltuğumuzda oturan güzel kadınla veya yakışıklı erkekle koca bir günü beraber geçirme şansına sahip olmak hatta daha çok bunu ona sorabilmeye cesaret edebilmek gibi.

    Ve tahmin edebileceğiniz gibi bizlerin normalde hissedebileceğinden çok daha yoğun duygular hissettikleri düşüncesine kapılmadan edemeyiz. Ve ben kendi kendime hep sorarım; bu kadar genç yaşta bu kadar olağanüstü bir olay, bu kadar güçlü bir duygu yaşayan bu iki insan ilerleyen günlerde hayatlarına nasıl devam ederler, belki de artık hiçbir duygu sahici gelmemeye başlar onlara, tüm günleri sıradanlaşır. Karşılaştıkları her insanda o olağanüstü duyguyu aramadan nasıl yaşayabilirler?

    Before Sunset, bana bu soruların cevabını veren film oldu. Bu yüzden ona sıradan bir devam filmi gözüyle bakamadım. Kendisinden önce gelen filmi, hayatın içinde konumlandırabilen sahici bir yapım benim fikrime göre. Bu yönden bakıldığında film, tavrıyla hayali bir kurgu olmaktan çıkıp hayatın ta kendisi olmak gibi ciddi bir iddiayı da beraberine getiriyor denebilir. Ancak gerek senaryosunun kurgulanışı, gerekse çekim tarzı ile içtenlikle gerçekçi sıfatını yakıştırabileceğimiz bir film olmayı da başarıyor.

    Ayşegül Kesirli

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top