Çok Yaşa Zorro!
Yazar: Orkan ŞancıSinema yazarlarının devam filmlerine mesafeli durma geleneği, uzun yıllar boyunca yaşanan sayısız acı tecrübeden doğdu. Beğenilen filmlerin devamı konusu ciddi bir mesele, hem yapımcılar hem de izleyiciler için. Bir kere, devam filmi yapmaya karar verdiğinize göre size "bu işte para var" dedirtecek çapta başarı elde etmiş bir "ilk film" mevcut demektir. Bu ilk filmi sevenleri üzmek gibi bir gaflete düşmemeniz gerekir. İkinci filmi seyircinin gözünde küçük düşürmeyecek oranda çekirdek kadronuzu korumalısınız. Dahası, eğer ilk filmin finalinde seyirciyi rahatsız edecek/üşütecek ölçüde kapıyı açık bırakmamışsanız iyi bir çıkış noktası (senaryo) bulmanız gerekir.
Yeni Zorro filmi Zorro Efsanesi, bu saydığımız unsurlara fazlasıyla dikkat eden bir ekibin ürünü. Ama ekibin bunu başarmasına şaştığımızı söyleyemeyiz. Zira 1998'de çektikleri, bizim "ilk film" deyip durduğumuz Maskeli Kahraman Zorro, aslında bir ilk film değildi. Frank Niblo'nun 1920'de çektiği ilk Zorro filmiyle başlayan uyarlamaların doğru analizini yapan bir ekibin kotardığı, başrol oyuncularının etkileyici kimyalarından güç alan başarılı bir yeniden çevrimdi. 7 yıl önce çok daha zor bir işi başaran ekibin, seyretmekten keyif alacağımız bir devam filmi çekmesine bu yüzden şaşırmıyoruz.
Goldeneye Martin Campbell'ın beklenenin üzerindeki yönetimi altında 250 milyon dolar gişe hasılatı getiren Maskeli Kahraman Zorro'nun sonunda, kahramanımızı "sevdiği kadına kavuşmuş, ustasından bayrağı devralmış" halde bırakmıştık. Yeni filmde Alejandro ve Elena'nın evlenip Joaquin adında bir oğulları olduğunu öğreniyoruz. "İlk film"i de yazan senarist Ted Elliott-Terry Rossio ikilisi, izleyiciye yeni bir Zorro macerasını nasıl izlettirebileceklerini düşünmüş, yeterince iyi bir çıkış noktası bulmuşa benziyorlar. Zira Zorro'yu sadece narkotik atının tepesinde oradan oraya koşturarak kötü adamları haklarken görmüyoruz, bir aile reisi olarak işi ile ailesi arasında seçim yapmaya zorlanırken buluyoruz. Dahası, gerçek kimliğini bilmeyen oğluyla atışmaları ve eşi Elena'yı kente yeni gelen Kont'tan kıskanması gibi faydalı metinler, filmin olay akışkanlığını kolaylaştırıyor, usta senaristlerin elinde finalde tüm metinler buluşuyor. Bu metinler öyle keyifli bir biçimde perdeye yansıyor ki, filmin şaka maka asıl hikayesi olan, California halkının ABD vatandaşı olabilmek için verdiği mücadeleyi fazla ciddiye alamıyoruz.
Zaten "ciddiye alınma", filmin yapmayı istediği şeylerden biri değil. Yönetmen Campbell ve senaryo ekibi, tıpkı ilk filmde olduğu gibi Zorro dahil tüm karakterleri zaman zaman komik durumlara düşürüyor; Zorro yine kimseyi öldürmüyor(düşmanların ölümü onun elinden olmuyor) ve seyirci kitlesinin alt yaştaki basamakları düşünülerek hiç kan gösterilmiyor. Ancak Zorro'nun kimseyi öldürmeye yanaşmaması ve dövüş koreografilerindeki mizah her ne kadar maceranın ruhuna sadıksa da kötü adamların cinayetler işlemesi dengesizlik oluşturuyor. Bu da Zorro'yu, canilere karşı yapabilecekleri sınırlı bir halk kahramanı ama belki de bir çizgi roman karakteri haline getiriyor. Zorro'nun kiliseye maskesiz yani Alejandro olarak girip Tanrı'ya (belki de senaristlere) isyan etmesi bu yüzden olabilir mi?
Filmin kendini izlettirebilecek güzel bir metne sahip olmasının dışında yapımcılar, çekirdek kadro meselesini zor da olsa çözmüşler.Yönetmen ve senaristlerin yanında; 20'şer milyon dolarlık çekleri ceplerine koymanın şevkinden olacak, Antonio Banderas ve Catherine Zeta Jones iyice döktürüyor. Kılıçlı sahnelerdeki minimum dublör kullanımı bile bu iki oyuncuyu alkışlamaya yeter. Ama bu noktada Banderas'a ek bir parantez açmanın belki zamanı geldi. Kısa süre önce Hollywood'un ünlüler bulvarında yıldız sahibi olan İspanyol aktörün, 45 yaşında olmasına karşın gösterdiği fiziksel efor hayranlık uyandırıyor. Dahası aktör için, hem etkileyici bir kahramanı oynamak hem de o havalı Zorro kostümüne rağmen bir "loser"(kaybeden) gibi görünebilmek o denli kolay ki. Beden dili, bakış teknikleri ve mimikleriyle, bu oyuncunun her ne kadar bazı çevreler ciddiye almak istemese de ciddi ciddi "büyük" olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor. Wachowski kardeşlerin fiyakalı senaryosu altında Assassins'te (1995) kötü adamı nasıl oynadığını hatırlayın. Hem iyi, hem de kötü adamı oynayabiliyor, üstelik komedide de başarılı. Demek ki iyi oyuncu.
Hollywood'un çoğu kez başardığı kadro seçimi, bu filmde de başarıyı getiren faktörlerden biri olarak öne çıkıyor. Çekirdek kadroyu korumanın dışında, yeni Zorro macerasının başarılı olması isteniyorsa güçlü bir kötü adam da gerekiyor malum. Daha önce sayısız filmde Kont veya Prens olarak karşımıza çıkan İngiliz aktör Rufus Sewell, ABD'nin süper güç olacağını kestirip bunu önlemeye çalışan gizli bir Avrupa tarikatının askerinin, Kont Armand rolünün altından kolayca kalkıyor. Çünkü, senaristler onu kağıt üzerinde çizip bırakmamış, uğruna savaşacağı önemli bir dava da vermişler.
131 dakika gibi çok uzun sayılabilecek süresine karşın ben bu filmi izlerken büyük keyif aldım. Zorro'nun bir şekilde herşeyi yoluna koyacağını bildiğiniz için, filmin sonunda ne olacağı değil nasıl olacağını merak ediyorsunuz. Zorro'yu (İspanyolca'da "Tilki") ve güzeller güzeli Zeta Jones'u, bir de tek kelime İngilizce bilmediği halde Joaquin rolünü kapan Adrian Alonso adlı ufaklığı izlemekten sizin de keyif alacağını zannediyorum.
Yazının sonunda, girişte vurguladığımız "devam filmlerine mesafeli durma" olayına dönmek istiyorum. Sinema bir sanat dalı olduğuna göre, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi bu türde de "devam" mantığını kavramakta zorlanıyorum. Ama zaman zaman yeni Zorro filminde olduğu gibi, ya da James Cameron'un Yaratık 2'si, yine Cameron'un Terminatör 2'si, hatta Zor Ölüm 3 gibi devam filmlerinin güzelliğini görünce, insanın "iyi ki yapmışlar" diyesi geliyor. Zavallı Leonardo Da Vinci, ilkinin çok tutması üzerine Mona Lisa'nın devamını yapmalıydı belki de: "Hey bu kadının gülümsemesi insanlara cazip geldi, dur onu bir de yarı çıplak halde banyoda resmedeyim!"...