Şifreye Film Engeli
Yazar: Ali ErcivanPopüler olmuş romanların sinemaya uyarlanması artık kaçınılmaz bir durum. Her şeyden önce, malzeme sıkıntısı çeken Hollywood için para garantisi anlamına geliyorlar. Da Vinci Şifresi (The Da Vinci Code) kadar çok satmış bir roman da tabii bundan nasibini alacaktı. Ama kitap okuyucusu ile sinema izleyicisinin her zaman aynı kitle olmadığını ve kitabı okumuş olan herkesin filmi kesin göreceğini düşünmenin hatalı olacağını akılda tutmak gerekir. Herkes bilir ki iyi kitaplar filme uyarlandığında asla aynı keyfi vermez. Ve bu kez karşımızdakinin iyi bir kitap olduğu bile tartışılır.
Öncelikle bir sinema malzemesi olarak Dan Brown'un romanı hakkında bir iki laf söylemek isterim. Brown'un bu kitabının dışında Melekler ve Şeytanlar'ını da (Angels & Demons) okudum. Aşırılıkta sınır tanımayan ve Oliver Stone'u kıskandıracak ölçüde komplo teorilerine dayanan bu iki kitap, Robert Langdon adlı karakterin Vatikan bağlantılı maceralarını anlatıyor.
Bu iki romanı sinemaya uyarlamanın ne kadar zor olduğunu söyleyecek ilk kişi ben değilim şüphesiz. Ama birçok durumda övgü içeren bu yorum, aslında Brown söz konusu olduğunda daha farklı anlamlar barındırıyor. Sürekli geriye dönüşlerle sekteye uğrayan yapıları, sinemanın asla kaldıramayacağı ölçüde lafa dayanan tarihi bilgilendirmeler ve tek bir filme sığmayacak kadar bol karakter ile geniş olay örgüleri, olası filmlerin sinemasal yollarını tıkıyorlar. Dolayısıyla, Akiva Goldsman'ın senaryosunun nasıl çözümler üreteceğini merakla bekliyordum.
Yazık ki ne senaryo ne de yönetmen Ron Howard pek bir çözüm üretmekle ilgilenmemiş. Film, son kısımdaki bazı değişiklikler dışında romanı birebir takip ediyor. Sadece süre sorunu sebebiyle mümkün olabilen her türlü fazlalıktan kurtulmaya çalışıldığı gözleniyor. Ama bu fazlalıklara, karakterleri tanımamız ya da aralarındaki dramatik gerilimleri anlamamız için gerekli bölümler de dahil olmuş. Bu yüzden film, karakterlerini tanıtmaya bile vakit ayırmadan aceleyle olay örgüsüne dalıyor. Süreyi çok uzatmadan romandaki olay örgüsünün temel taşları ardı ardına perdeye aktarılıyor. Bu da Da Vinci Şifresi'ni aceleyle ilerleyen ve romanı okumamış birinin -belki olay örgüsünü değil ama- birçok dramatik detayı kaçıracağı bir filme dönüştürüyor.
Laf kalabalığını başarıyla bertaraf etmiş olsa da öyküyü görselleştirmiş olduğunu söyleyemeyeceğim Da Vinci Şifresi, filme alınmış bir kitaptan fazlası olamıyor. Kendi başına sinemasal bir değer yaratamayan yapım, sadece kitabın popülaritesini nakde dönüştürmeyi amaçladığını hissettirmekten kurtulamıyor.
Bu sıkıştırılmış yapı içinde karakterler de oluşmadığı için, tüm performanslar iki boyutlu kalıyor. Audrey Tautou'nun rolü için yanlış bir seçim olması çok basit fiziki sebeplerden kaynaklanıyor. Filmde ete kemiğe bürünen tek karakter, Ian McKellen'ın taşıdığı muzip tonla filme hareket getiren, hayatını Kutsal Kase arayışına adamış eksantrik İngiliz soylusu Sir Leigh Teabing.
Tabii işin sansasyonel boyutu var. Aslında roman gibi film de Vatikan'ı doğrudan suçlamak yerine, Vatikan içinde ama sözde Vatikan'dan bağımsız hareket eden bazı din adamlarını suçlamaktan ötesine cesaret edemiyor. Yine de Hıristiyanlığın kökenlerine dair teorisinin net bir şekilde arkasında. Sunulan elbette bir teori (yaygın da bir teori) ve Da Vinci Şifresi sadece bir film ama yine de ortada tüm dinî kurumları öfkelendirmeye yetecek bir malzeme var. Ortaya çıkan iş ne kadar orta yolcu olmaya çalışırsa çalışsın.
Da Vinci Şifresi, romanı birebir takip eden ama Kutsal Dişi gibi birçok temayı yeterince işleyemeyen, televizyon filmi tadında, dümdüz bir film. Teknik olarak eli yüzü düzgün. Ama bütün olarak baktığınızda, tam anlamıyla "vasat"ın tanımı.