<b>Gümüş</b>ü Donuk <b>Şehir</b>
Yazar: Ertan TunçYönetmenliğini, Lone Star ile dikkatleri üzerine çekmeyi başaran John Sayles'in yaptığı Gümüş Şehir; Amerikan siyaseti, sermayesi, mafyası ve medyası arasındaki girift ilişkileri ele alan, çok çabalamış olsa da Polanski'nin Çin Mahallesi'nin kıyısından bile geçemeyecek sıradan bir film.
Amacını tam olarak saptayamadığı her halinden belli olan Gümüş Şehir'in sağlam oyuncu kadrosunu zayıf bir senaryoya kurban etmesi büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Cooper'dan Dreyfuss'a ve Kristofferson'a, Zane'den Roth'a hatta Huston'a ve Hannah'a kadar bir dolu iyi oyuncunun; politik çözülmeyi, büyük şirketlerin endişe verici genişlemesini, insan kaçakçılığını, özelleştirmeyi, seçimler öncesi propaganda sürecini, çevre sorunlarını ve bir dedektifin özel yaşamındaki sorunları aynı anda aktarmaya çalışan, derinleşmek istedikçe sığlaşan bir senaryoda kaybolup gittiğini düşünüyorum.
Bazen Başkanın Adamları'nı, bazen de Two Jacks'i andıran filmin, genelinde net bir tavır taşımamasının yanı sıra bazı karakterleri hikaye örgüsüne dahil edişi ise ne yazık ki inandırıcı ve kabul edilebilir değil. Dedektifin çözmeye çalıştığı gizeme paralel olarak Amerikan Başkanı'nın karikatürize edilmiş bir hali ve onun kampanya sürecinin dahil edilmesi, seyir zevkinde büyük bir azalma yaratıyor çünkü başından sonuna kadar tatmin edici bir alaka kurulamıyor.
Colorado Vali'liğine adaylığını koymuş Pilager'ın, insanları hiçe sayan, çevreyi hiçe sayan, son derece cahil ve aptal hatta konuşmaktan aciz, kolayca yönlendirilebilen insan portresini aşırı derecede abartılı bulmamak kolay değil. Hatta babasını da emekli olmuş büyük bir politikacı yapmak, iyi bir kampanya koordinatörüne sahip kılmak ve yasadışı yöntemlerle, değerli madenlerden zengin olmuş insanların himayesinde hareket ediyor göstermek ile Pilager karakteri, düpedüz oğul Bush'a benzetilmiş.
Tam film belli bir siyasi görüşe ciddi bir eleştiri getiriyor gibi gözükürken de, kadın-erkek ilişkileri, kıskançlık, çıkar çatışmaları, göçmenler ve kaçak işçi problemi ve medya sorunu ortaya çıkıyor. Yetmediği gibi madencilikten çevre felaketine, inşaat sektöründe dönen dolaplardan gazeteden atılıp özel araştırmacı olmak zorunda kalan bir adamın tuhaf ilişkilerine de bir bakış atılmaya çalışılıyor. Ayrıca filmin diğer siyasi görüşlere bakış açısı belli belirsiz ve alaycı. İşte tüm bu saydığım olayların ve kişilerin bir araya getirilmesindeki başarısızlık ve inandırıcı olamama durumu filmin en büyük sorunu.
Öte yandan filmin dikkate değer bulduğum yanları ise Dreyfuss'un ve Kristofferson'un performansları ile özellikle de giriş ve final sahneleri sayesinde, alt metinde kömür üreticisi dev şirketlerin baskısıyla çevresel sorunları azaltmayı hedefleyen Kyoto Protokolü'ne karşı tavır takınan Amerikan Başkanı'na yaptığı eleştiri... Ama tüm bunlar da bu filmi kurtarmaya ne yazık ki yetmiyor.
2 saati aşkın süresi boyunca; çeşitli dolapların döndüğü bir kampanya sürecini çerçevesinde yaşanan olaylar ile Amerika'nın bugün içinde bulunduğu çöküşü anlatmaya çalışan Gümüş Şehir; ne bir dram, ne bir macera ne de yeterince gizem içermeyen, inandırıcı olmaktan aciz, seyirciye yeni bir şey söyleyemeyen güçsüz bir propaganda filmi.