Trajediyi Belgelemek
Yazar: Ertan TunçDuman filminde Harvey Keitel'in canlandırdığı tütün satıcısı, her gün aynı yerde, aynı saatlerde aynı açı ile bir fotograf çekiyordu. Sırf bu hobisi/saplantısı için senelerdir tatile bile gitmeyen adam çektiği fotograflar sayesinde zamanın akışı, yarattığı çözülme ve bunun doğal sonuçları üzerine unutulmaz bir söylemi yakalamayı başarıyordu.
Canım Babacığım ise tamamen gerçek olaylara dayanan hikayesinin gücünü ve zamana karşı yaklaşımını en zor anlarda bile kayıtta olan, neredeyse hiç kapanmayan bir kameraya borçlu. Friedman'ların kamerası bir ilişkinin öncesine, aile olmanın başlangıcına, ailenin yaşadıklarına, bir dizi kötü olayla çatırdamaya başlayan ilişkilere ve hazin sona dair her önemli anı yakalamayı başaran ve bu yönüyle hem kurgu hem de sanki Friedman'lar bu belgesel için bütün bu felaketleri yaşamış hissi veren bir görsel öğeye dönüşmüş.
Ailenin kamera kayıtları sayesinde mükemmel bir birliktelik sergileyen, zengin bir ailenin geçmişine, gelişimine ve yıkılışına dair en önemli olayları 70'li yıllardan, 1988'e kadar ki süreç içinde şahit olmak bile başlı başına bir deneyimken, aileyi yıpratan ve sonunda yok eden bir mahkeme süreci ile beraber Amerikan yargı sisteminin, medyasının ve sosyal-kurumsal yapıların bıçak altına yatırılmasına da tanık oluyoruz.
Tüm bu olup bitenler gerçekleşirken yönetmen Jarecki'nin tarafsızlığını koruması, her iki bakış açısını da aynı dürüstlükle belgesele aktarması ve son kararı izleyicilere bırakması filmin en büyük başarısı.
Benim filmde en sevdiğim iki noktadan biri kameranın, ailenin kavga ettiği/tartıştığı anlarda, baba ve oğlun hapishaneye girmeden önceki son günlerinde, mahkemelerde, saldırıya uğradıklarında, toplumdan dışlandıklarında kısacası ailenin en zor, en umutsuz anlarında bile açık olması ve tüm yaşananları olanca nesnelliği ile verebilmiş olması. Bu başta da söylediğim gibi olayların kurgusal olduğu izlenimini vererek seyirciyi gafil avlayan muhteşem bir yanılsama yaratıyor. Herşeyin gerçek olduğunu kabullenmeniz zaman alıyor ama ne yazık ki ekrandaki herşey gerçek.
Filmin en sevdiğim yanı ise babanın geçmişine dair yakaladığı ufacık bir ipucundan çıkarsadığı/çıkarsattığı acı sonuçlar. Burada yönetmenin zekasına işaret eden şey; küçük kısacık bir 8mm'lik filmden Arnold'un psikolojik sorunlarının kökenine büyük bir yolculuk yapabilmiş olması. Arnold'un zorlukla hatırladığı küçük yaşta ölen bir kız kardeşi vardır. Kız ölünce anne ve baba ayrılır. Geliri olmayan, fakir annenin yanında kalan çocuklar, devletin verdiği yoksulluk maaşı ile bir göz odası bir de salonu olan küçücük bir yerde yaşamaya başlarlar. Kardeşler yakınlaşır. Bazen annelerinin aşıklarını görürler.
Psikolojileri o yaşlarda bozulan kardeşlerden Arnold, birlikteyken mutlu olduğu erkek arkadaşlarıyla daha fazla zaman geçirmeye başlar. Arnold'un hastalığının kökenlerini yakalamayı başaran yönetmen Jarecki bana Kieslowski'nin Dekalog'larından You Shall Not Kill! üzerine kurulu olan, genişletilmiş versiyonuyla Öldürme Üzerine Küçük Bir Film'i hatırlattı. Orada, "kardeş ölmeseydi tüm bunlar belki de olmazdı" diyordu avukat. Sanırım burada da küçük kız kardeş ölmeseydi bunlar olmazdı.
McNamara'nın birşeyler itiraf edeceği tutmasaydı bile, 2003 yılında Oscar heykelciğini alması beklenen ama yine de katıldığı birçok festivalde en iyi belgesel ödülünü kapan Canım Babacığım, modern aile yapısına, mahkeme süreçlerine, polisin çalışma biçimine, terörle beraber dünyanın ortak bir savaş açtığı çocuk pornosu, tecavüzü ve tacizi üzerine çekilmiş başarılı bir çalışma. Tarafsızlığını koruyan, belgesel nasıl çekilirmiş gösteren yönetmene hayran olmamak ve bir ailenin yokoluşuna seyirci olup da hüzünlenmemek, ibret almamak elde değil. Aslında zamanın durduğu ve bizlerin içinden geçtiği hissini veren Canım Babacığım, gerçekten yaşanmış bir trajediyi tartışmaya açan, konusunun özgünlüğü ve anlatım biçiminin gücü ile zirveye çıkan unutulmaz bir belgesel.