<b>Milyonlar</b>a Bir Film
Yazar: Ayşegül KesirliBir gün içinde yaptığımız veya aklımızdan geçirdiğimiz, ilerleyen günlerde de tekrar gerçekleştirdiğimiz her türlü hareketle belirli sorunları var Danny Boyle'un. Gündelik alışkanlıklarımızla ilgili ciddi kaygılar barındırıyor içinde. Sabahları içilen bir fincan kahveyi, her gün kullanılan sert uyuşturucu bir maddeyi veya her akşam eve dönerken yapılan fuzuli bir alış-verişi birbirlerinden pekte farklı görmüyor. Bizleri bir tüketim toplumu haline getiren her alışkanlık onun ilgi alanına giriyor. Ve Danny Boyle, birbirinden oldukça farklı filmlerde bu alışkanlıklar üzerine çarpıcı sözler söylemekten alamıyor kendini.
Annelerinin ölümünün ardından babaları ile beraber demiryoluna yakın yeni bir eve taşınan iki kardeşin hikayesi Danny Boyle'ın son filmi Milyonlar (2004). Demiryolunun kenarında oynarken para dolu kocaman bir çanta bulan, farklı bakış açılarına sahip iki çocuktan, küçüğüne ait bir öykü daha çok. Geneline hakim Boyle tarzı ile keyif veren, gündelik hayatımıza hakim olan maddeci tutumu ve bireyciliği sorgulayan bir film Milyonlar. Sinema salonu terk edildiğinde, hava ne kadar kapalı ve soğuk da olsa dış dünyadaki her görüntüyü daha renkli kılabilen bir film.
Kimilerine göre farklı bir tarz tutturuyor Danny Boyle bu filmle, söylemek istediklerini daha yumuşak bir tonla söylüyor. Ancak bu düşünceler pek de doğru gelmiyor bana. Çünkü kimin hikayesini anlatıyorsa kamerasını da karakterinin gözleri haline getiren bir yönetmen Boyle. Eğer Trainspotting'deki gibi bir uyuşturucu bağımlısının hikayesini anlatıyorsa daha karanlık, daha yağmurlu, daha mat bir dünyada geçiyor filmi. Müzikler daha çok ruh haline hitap eder, sahnelerinin hızı daha şaşırtıcı oluyor. Ancak Milyonlar'daki gibi anlatılan hikayeye bir çocuğun gözünden bakıyorsak rengarenk oluyor dünya, daha güneşli, daha hızlı. Daha hayalperest, daha çabuk tüketen bir bakışı oluyor kameranın.
Bir çocuğun algılayabileceği gibi algılamamız isteniyor gördüklerimizi. Bisikletle mahallede gezinen üniformalı görevliler daha büyük, daha ilahi bir görünüşe sahip oluyorlar örneğin. Ya da çocuğu tarafından aynı yatakta başka bir kadınla görülen bir babanın hareketleri oldukça anlamsız görünüyor gözümüze. Çünkü beş yaşındaki bir çocuk gibi bakıyoruz hikayeye. Ortada neler döndüğünden o kadar emin olamıyoruz. Kendi hayal dünyamıza dönmek daha mantıklı geliyor. Danny Boyle'ın tarzında herhangi bir değişiklik göremiyoruz bu sebeple. Baş karakteri bir çocuk olduğu için dünyayı resmedişi de farklı oluyor; tam da tarzı gereği. Eski çalışmalarına göre daha düz, daha net bir kurgusu oluyor filmin.
İçi para dolu kocaman bir çanta bulunur bulunmaz Trainspotting'in başında olduğu gibi bir anda neler satın alabileceğimizin uzun bir listesi yapılıyor hareketli bir müzik eşliğinde. Kahramanımız Damien de, aslında Renton'dan farksız, seçmemeyi seçiyor, başka bir şeyi; yoksullara yardım etmeyi seçiyor. Annesinin ölümünden duyduğu üzüntüyü, yaptığı yardımların karşılığında ondan bir haber alacağı inancıyla etrafa para dağıtarak bastırıyor.
Damien'ın uyuşturucusu da dini güçlere sığınarak gerçekleştirdiği gönüllü hayırseverlik oyunu oluyor. Damien kendisine Tanrı tarafından gönderildiğine inandığı paralarla, Tanrı rolüne soyunuyor. Azizler ile konuşuyor, her yerde yardıma ihtiyacı olan birilerini aramaya başlıyor. Film, olaylara Damien'ın gözünden bakarken, teknik ayrıntılarla dünyanın Damien'ın iyiliklerine karşı nasıl bir tutum sergilediğini de gösteriyor. Ancak iyi yazılmış bir senaryoda olacağı gibi seyircinin ilgisini çeken, dünyanın iyiliklere verdiği tepkiler değil, Damien'in niçin böylesi bir role soyunduğu oluyor.
Gündelik hayatlarımıza hakim olan, bizleri yalnızlığa ve tatminsizliğe sürükleyen maddeci hayat tarzı bir anda yüzümüze çarpıyor filmi izlediğimizde. Neredeyse hiçbir önyargıya sahip olmadan dünyaya gelen masum bir çocuğun bile böylesi bir dünyanın içine doğduğunda hiçbir işe karşılıksız soyunmayacağı çok iyi vurgulanıyor. Beklediği karşılık ne kadar masum olursa olsun yine de sistem, küçük çocuklara bile iyi davranmıyor düşünsel anlamda.
Hikayenin anlatıldığı zamanın tam da İngiltere'nin avroya geçme sürecine denk getirilmesi maddiyatın ve hayatın gelip geçiciliğini vurgulamak için de çok başarılı bir atmosfer yaratıyor. Paranın miktarı büyüdükçe değeri de kendiliğinden anlamını yitiriyor. Bu anlamsızlık, neredeyse sarhoşluk duygusu, küçük küçük sahnelerle seyirciye aşılanıyor filmin içinde. Mizahi,çocuksu bir tarafı oluyor her bir sahnenin. Ve seyircinin uzun kuyruklarda geçen kendi sıkıcı ve maddi hayatını yansıtmakta olan film asla boğmuyor izleyeni. Küçük oyuncu Alexander Nathan Etel, performansı ile gelecek vaat ediyor, aşırı renkli ve düzenli sahne tasarımı Tim Burton-vari bir tekinsizlik yaratıyor, müzikleri ile büyülüyor film. Ve sinemasal dünya terk edildiği anda yepyeni gözler ve yepyeni bir gülümsemeyle devam ediyor gündelik hayat. Çünkü çocuksu bir saflık geliveriyor insana. Sorun haline getirilen her gündelik ayrıntı gelip geçici geliyor.