Hesabım
    Büyük İskender
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,0
    Yetersiz
    Büyük İskender

    Mezarında Kemikleri Sızlıyor

    Yazar: Ali Ercivan

    Büyük İskender'in hayatını konu alan bir film yapmak Hollywood'un bir süredir gündemindeydi. İki proje arasında bir rekabet yaşanıyordu ki Warner Bros., yönetmen koltuğunda Oliver Stone'un yer aldığı projesiyle önce davranan taraf oldu. Bu yılın ilk yarısında izlediğimiz Truva'nın seyirciler dahil kimseyi memnun edememiş olmasının ardından, mitolojinin sinemadaki umudu da bu proje haline gelmişti.

    Ortaya çıkan filmi izleyince, insan üzülerek görüyor ki, en azından iyi kötü bir hikaye anlatmayı başarabilmiş olan Truva bile bunun yanında tahammül edilebilir bir filmmiş ve olan Baz Luhrmann'ın alternatif projesine olmuş. Büyük İskender (Alexander) bu yılın şimdiye kadar karşımıza çıkan en başarısız büyük yapımı.

    Oliver Stone gibi çift Oscar'lı, usta bir yönetmen böyle bir noktaya nasıl gelebilmiş diye düşünmeden edemiyor insan; Kazanma Hırsı (Any Given Sunday) gibi en dağınık gözüken filminde bile hiçbir dramatik vurguyu kaçırmayan Stone, nasıl olur da bu denli dağınık, odak noktası olmayan, kargaşadan ibaret bir film yapabilir? Benim Alexander'ı izlerken hissettiğim şu oldu: Oliver Stone, Oliver Stone'luğunun o kadar farkındaki; Oliver Stone'ca bir film yapmak fikriyle çıkmış yola. Cüretkar, entelektüel, biçimci ve sert... Fakat önce neyi anlatması gerektiğine karar verememiş.

    Büyük İskender'in ölüm döşeğinde başlayan film, Orson Welles'in Yurttaş Kane'i (Citizen Kane) gibi son nefesle birlikte elden düşürülen bir obje gösteriyor bize. Bir yüzük bu. Ama film o yüzüğün hikayesinin peşinde gitmiyor tabii. Hemen ardından Ptolemaeus'un Mısır'da İskender'in yaşamını yazdırışına tanık oluyoruz. Film zaten Anthony Hopkins tarafından canlandırılan bu karakterin anlatıcılığı eşliğinde ilerliyor. Film boyunca artarak devam eden ve Stone'un aklının karışıklığını da yansıtan bu laf kalabalığı izleyiciyi kaşındırmaya başlıyor.

    Ve arkası çorap söküğü gibi geliyor zaten. Bir taraftan anne ve babasının ego savaşları arasında büyümüş bir çocuğun freudyen çözümlemesi; diğer yandan tüm dünyayı fethetmek isteyen bir Kral'ın hırsı, güvensizlikleri, aşkları; hele bir de günümüze politik referanslarla ABD'nin Ortadoğu politikalarına atıfta bulunmalarla önümüze sunulan yığının içinde her şeyden önce o efsanevi lideri ya da askeri dehayı bulmak mümkün olmuyor. Amacı tam tersi olsa da zayıf, güvensiz, saplantılı bir adamdan fazlası değil Stone'un sunduğu şekliyle İskender. Hatta şöyle söyleyeyim: sorun, Stone'un İskender hakkında söyleyecek net bir sözü, aktaracak net bir fikri olmamasında. İşte bu yüzden, 'her şeyi' söylemeye çalışırken yolunu kaybediyor. Kötü diyaloglar, karakter bile olamamış roller ve kurulamamış yapı içinde de tabii Stone'un her zaman etkilendiğimiz görsel anlatımı tam anlamıyla boğucu bir hal alıyor. Bütün dağınıklığı yetmezmiş gibi süresi de 3 saati bulan filmi izlemek gerçek bir eziyete dönüşüyor.

    Filmle ilgili olarak söylenebilecek olumlu birkaç şey varsa da aslında bunlar seyircisi için filmi daha da zor hale sokan unsurlar. Troy'dan farklı olarak Alexander, dönemin çok tanrılı dinlerine bugünün bakış açısından, mesafeli yaklaşmıyor. Bu insanların dini inançlarını yaşamlarının bir gerçekliği olarak kabul edip dürüstçe yansıtıyor. "Tanrım!" yerine "Zeus!" gibi ünlemler kullanan, tek bir tanrıya inanmayan insanlar bunlar. Tabii din meselesi dönemin gerçekliği sebebiyle fazla kimseyi rahatsız etmeyecektir. Fakat iş Büyük İskender'in aşk hayatına gelince, Yunanistan'da milliyetçi kesimlerin şimdiden ayağa kalkmış olmasının da işaret ettiği gibi, seyirciyi rahatsız edebilecek bir unsur söz konusu: Eşcinsellik!

    Bu tür filmlerde genelde rastladığımız türde, öyle bir-iki imadan bahsetmiyoruz. Eşcinsellik bu filmin omurgasını oluşturuyor. İskender'in çocukluğundan beri aşkı ve her daim yanıbaşında bulunan Hephaestion ile duygusal bağı filmde öne çıkıyor. Ayrıca, o dönemde eşcinselliğin yaygın ve açık bir şekilde yaşandığı ve bunun normal karşılandığı gibi önyargılarına hapsolmamış herkesin pekala bildiği gerçekleri de dürüstçe yansıtıyor. Fakat gelin görün ki, Oliver Stone bütün bunlardan çekinmezken, ne zaman İskender ile Hephaestion birbirlerine aşklarını ifade etseler, yaptıkları tek şey sarılmak oluyor. Zaten popüler olması mümkün gözükmeyen bir filmde bu cesaretsizlik niye, onu da anlamak mümkün değil. Soyunu sürdürmek için evlendiği Persli dansçı kızı ile cüretkar bir sevişme sahnesini göstermekten çekinmezken hem de... Yapımcıların baskısıyla bile olsa bir ikiyüzlülük var ortada...

    Oyuncu seçimlerine gelince; ben kendi adıma Colin Farrell'in rol için hatalı bir seçim olduğunu düşünenlerden değildim. Gerekli karizmayı taşıyan bir oyuncu. Sorun daha ziyade sarı saçlarında. Vücudunun başka hiçbir yerinde sarı tüylere rastlamıyor olmamız bir yana, oyunculuğu da dikkatimizi eğreti duran saçlarından alamıyor ne yazık ki. Karakterin genel tasvirine bakılırsa yönetmenin beklentileri doğrultusunda o denli abartılı bir oyun veriyor ki Farrell, zaman zaman gülünç olmaktan kurtulamıyor.

    Zaten gülünç olmayan pek az şey var karşımızda. Angelina Jolie'nin aksanından tutun da Vangelis'in o üzerine yaygaralar koparılan özgün müziklerine kadar. O kadar '80ler ve o kadar aşırı ki bu müzikler, filmi iyice aşağı çekiyor. Görüntü yönetimi ise Meksikalı kameraman Rodrigo Prieto'nun bugüne kadar yaptığı en zayıf iş. Alejandro Gonzalez Inarritu'nun her iki filminde ve Frida'da gerçekten çok başarılı işlerini izlediğimiz Prieto, son yılların en yetenekli ve umut bağlanan isimlerinden biri. Bu filmde yine başarılı ama önceki filmlerinin düzeyine ulaşmayan bir iş çıkarırken, Stone ile birlikte aldıkları kimi deneysel bazı görsel tercihler seyirci için bir başka güçlük. Fakat burada özel olarak kast ettiğim fil savaşı sekansı, filmin en ve belki de tek etkileyici kısmı.

    Yan rollerdeki diğer oyunculara da pek fazla kendilerini gösterme şansı tanınmıyor. Kadronun içinde en öne çıkan isim, İskender'in babası Philip rolündeki Val Kilmer. Fakat o bile bir karakter olmayı başaramamış rolü içinde yeterince varlık gösteremiyor.

    Bu yazının da ele aldığı film kadar dağınık olduğu söylenebilir belki. Bu denli büyük amaçlarla, yüksek hedeflerle ve taşkın bir tutkuyla, hırsla yapılmış bir film hakkında söylenebilecek o kadar çok şey var ki bunları bir düzene sokmak bile güç. Fakat yazık ki Oliver Stone, pek olumlu bir söz söyleme fırsatı bırakmıyor bize. Karşımızdaki sadece yönetmenin kariyerinin en kötü filmi değil, yılın da şüphesiz en kötülerinden. Bir film olmayı başarabildiği bile söylenemez. Ve daha bir-iki hafta öncesine kadar mevcut olan Oscar beklentilerinin şu son birkaç gün içinde tüm dünyada nasıl da Altın Ahududu muhabbetine döndüğünü görmek, Stone'un bugüne kadar yarattığı tüm başyapıtları düşününce gerçekten üzüntü verici.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top