SİNEMA TARİHİNİN EN İYİ KRALIK KATİLİ ALAİN DELON 10 /10
Samurayınkinden daha büyük bir yalnızlık yoktur, belki ormandaki kaplanınki hariç.. Sinema tarihinin en iyi açılışlarından birisiyle film başlıyor.İki pencereli bir odada yatağına uzanmış bir adam. Yatağında ağır ağır sigarasını tüttürüyor. Birkaç dakika sonra adam filmde başına gelecek olaylarda büyük rol oynayan şapkasını ve yağmurluğunu giyip odadan çıkıyor. Filmin ilk 10 dakikasında hiç konusma yok. Zaten konusmaya lüzumda yok. Jean-Pierre Melville sinema diliyle herşeyi söylemiş aslında. Melville\'in kendine has stilize tarzı ,az laf çok iş karakterlerini hemen hemen her filminde görmek mümkün. Jef Costello\'da bu karakterlerin en coollarından biri. Belkide en coolu. Fransız sinemasının karizmatik oyuncusu Alain Delon\'un ete kemiğe büründürdüğü Jef Costello Kafasına silah dayandığında bile çıt çıkarmayan Jef Costello\'yu en iyi özetleyebilecek cümleyi Melville filmin başında kuruyor ;Samurayınkinden daha büyük bir yalnızlık yoktur, belki ormandaki kaplanınki hariç..Filmin Melville\'in başyapıtı olmasının en temel nedenlerinden birisi Melville\'in aralara koyduğu küçük detaylar. Melville piyanist Valerie\'nin leopar desenli kürkünü dikkat çekici bir şekilde göstermesi baştaki cümleyle çok uyumlu. Yönetmenin kullandığı renkler, mekanlar (muhteşem Paris sokakları) ve nesneler büyüleyici. Özellikle renklere çok dikkat edilmesi gerekiyor. Le Samourai günümüzde \"usta\" dediğimiz birçok yönetmeni ve kült filmi etkilemiş. Leon ,The Ghost Dog: The Way of the Samurai, The Killer bu filmlerden sadece birkaçı.İzleyenlere Fransız sinemasının ne kadar güzel olduğunu hatırlatan , gangster filminin nasıl olduğunu gösteren bir film Le Samourai. Türünün değil sinema tarihinin en iyilerinden biri. Sadece Delon\'un metro sahnesindeki performansı için bile izlenilebilecek bir film.
Siyah beyaz bir film. 1960’lı yılların Paris’i. Ancak bütün dünyanın övgüyle söz ettiği, herkesin görmek için can attığı, modanın merkezi, sanatın merkezi, eğlencenin merkezi, canlı ışıl ışıl bir Paris yok. Paris’in karanlık yüzünü işlemiş yönetmen. Karanlık ilişkilerin egemen olduğu, profesyonel paralı katillerin fütursuzca adam öldürdüğü (Amerikan yapımı LEON isimli film bundan esin almış olabilir), kimi neden öldürdüğünü de bilmediği bir dünya. Katil, Poker face diye tanımlanan bir ifadeye sahip ama aynı zamanda bebek yüzlü biri. Böyle bir adam nereden bulunur, nasıl yetiştirilir, nasıl kullanılır ve görevini tamamladıktan sonra nasıl harcanır, imha edilir? Film buna ilişkin düşünmelere yol açan bir içeriğe sahip. İzbe, eski bir binada, küçücük bir oda katilin kendisini gözden uzak tutabildiği, sığınak gibi kullandığı bir mekân. O mekânda canlı olan sadece kafeste bir kuş var. Belki de onu hayata bağlayan tek gerçeklik, sahip olduğu tek gerçek şey, anlamsız yaşamında, soğuk-kirli yaşamında anlamlı olan tek şey, kendi kendini bile sevmezken sevebildiği tek şey. Kuş kafeste olmakla, aslında katilin durumunun ne olduğunu da anlatmakta. O oda da, katilin (Jef Costello) kafesidir aslında. Her ne kadar orada gözden uzak kaldığını düşünerek nefes alabiliyorsa da, gerek kendisini kullanan gizli güçler, gerekse güvenlik güçleri istedikleri an orayı kolaylıkla keşfedebiliyor, deşifre edebiliyorlar. Çoğu zamanı otel odalarında geçer. Bir başkasının metresiyle de aşk yaşamaktadır. Kadının mekânı da salaş bir otel odasıdır. Kadın onu korumak için her şeyi göze alır. O da kadına sonuna kadar güvenmektedir. İnsan olarak güvenebildiği tek kişi o kadındır. Büyük patronun (katili kullanan kişi) debdebeli bir hayatı, etrafında önemli şahsiyetler vardır. Metresi de siyahî melez bir cazcı kızdır. Kızın yaşadığı son derece lüks mekân ve patronun sosyete konuklarının doluştuğu paravan bir kulüp vardır. Kız orada çalışmaktadır. İşinde son derece sağlam, deneyimli ve disiplinli bir emniyet müdürü (ya da yetkilisi) ölümleri incelemektedir, katilin peşine düşer. O zamanın koşullarında polis otolarında mobil telefon görürüz, odalara yerleştirilen dinleme cihazlarına rastlarız, polislerin ve onlara yardım eden insanların yer belirlemek üzere bileklerine taktıkları alıcılara/vericilere rastlarız. Paris’in köhne birkaç sokağı, eski binaları ve metruk metrosundan başka mekân yoktur filmde. Paris’i Paris yapan mekânlara hiç yer verilmez. Bunu yaparak adeta genel evrensel bir mekân oluşturur ve “dünyanın her yerinde durum böyle” demeye çalışır yönetmen. Yaşamı kontrol eden asıl şeyin yeraltı olduğu, yeraltı ilişkileriyle her şeyin yönetildiği izlenimi vermek ister. En iyi şekilde yetiştirilmiş bütün kiralık katillerin, görevleri bittikten sonra veya kendilerini deşifre eder duruma düşmeleri halinde derhal imha edilecekleri vurgulanır. Enteresan olan şey, kiralık katil adeta bebekliğinden itibaren bu iş için yetiştirilmiş izlenimi bırakır. Kimsesiz çocukların kaldığı yetiştirme yurtlarından, daha çok küçükken alınmış gibidir. Yönetmen, film başlarken katilin yaşadığı küçük ve harap odayı uzun uzun gösterir. Ayrıntıda bir buzdolabı sağ tarafta, buzdolabının üzerinde dizili boş “soda” şişeleri var. O şişeler ne eksilirler, ne de artarlar. İçi boşaltılmış bir yaşam, içleri boşaltılmış insanlar gibidir hepsi. Dik duran, kımıldamayan, sessiz, ifadesiz şişeler adeta kiralık katilin durumunu anlatırlar. Bu katil gibi daha bir düzine katil var, hepsi birbirinin aynısı ve hepsi aynı şeyi yaparlar demeye getirir belki. Eksilme ve çoğalma olmayışı da, ölenin yerinin derhal doldurulduğu ama sayının asla artırılmadığı, belli bir kontrol sınırında tutulduğu anlamı çıkartılabilir.
Filmin başlangıcında omuz kamerası kullanıyor gibi, bilerek yönetmen o ana kadar durağan olan görüntü kadrajını sanki kamera sağa sola kaymış gibi hareketlendirir. Belli ki bu bilinçli bir tutumdur. Bununla yönetmen, “bu bir film ve bu filmi ben yapıyorum, siz sadece seyircisiniz, yerinizi bilin” demek ister. Ama bir daha görüntüde en küçük bir kayma olmaz, film boyunca. Öylece ilk sahnedeki kaymanın bir acemilik sonucu gerçekleşmediğini, bilerek yapıldığını da izleyiciye iletmiş olmaktadır. Filmdeki üç önemli figür; kiralık katil, sevgilisi, cazcı melez kız; üçü de çok güzel / yakışıklı yüze sahiptir. Sanki kötüyü oynamak için çirkin figür seçmenin anlamsız olduğunu, yakışıklıların, güzellerin de pekâlâ çok kötü olabileceklerini, hatta daha çok da kötü şeylerin onlar üzerinden gerçekleştirilebileceği izlenimi verir. Kötü şeyi kamufle etmenin önemli bir yolu olarak daha çok güzel yüzlü, güzel bedenli insanların seçildiğini işaret eder belki de. Bir esmere (siyahi kadına) yer verir, onu cazcı yapar. Caz onların işidir çünkü. Bir sarışına yer verir, onu aptal sarışın imajıyla örtüştürmeye çalışır belki de. Yönetmen film başlangıcı ve sonunu kafesteki kuşun yaşamıyla bağdaştırıyor. Öyle ki kahramanımız hayatla arasındaki tek bağ olan kafesteki kuşun ölümüyle, yaşamın hiçbir anlamı kalmadığı sonucuna ulaşarak, kendisini öldürmelerine izin verdi ve böylece kendi kafesinden de kurtuldu. Kim bilir?…
Film, dekoru Paris’i bir ucundan diğer ucuna ustalıkla kullanmakla birlikte, filmin kahramanlarından her biri bu kentten soyutlanmış görülürler. Başka bir deyişle Paris yaşamaz, yalnızca bir dekordur. Kentte büyük bir sessizlik hakimdir. Filmde diyalog hemen hemen hiç olmadığı gibi müzik de hiç kullanılmamıştır. Bu durum, görsel olarak inanılmaz derecede güzel olan filme büyük bir gerilim ve karamsarlık katar; filmin asıl amacı budur belki de.
Yönetmen hakkında bir not:
1917 Paris doğumlu olan Jean-Pierre Melville kafasını Amerikan filmlerine takmış ve çocukluğu film izleyerek geçmiş (Tarantino gibi), sonrasında filmlerde tasarımcılık, senaristlik, oyunculuk, yönetmenlik ve yapımcılık yapmıştır. Fransa ‘da bağımsız bir sinema ve sinema dili yaratmayı başarmıştır. Fransız “yeni dalga”sına ve dünya sinemasından birçok yönetmene (Tarantino, Jim Jarmush, Fashbinder, Michael Man, …gibi) ilham vermiştir. 1972 yılında aynı kentte ölmüştür.