Lars Von Trier’in <br>Can Yakıcı Okları
Yazar: Ayşegül KesirliKelimenin tam anlamıyla göz önünde olan bir medyum sinema. İlk karşılaştığımızda bir devrim olarak algıladığımız her şey ya zamanla tüketim kültürünün bir parçası oluyor ya da alışılmış bir öğe haline gelip hizmet etmek istediği amacı teğet geçiyor. Lars von Trier'in Fırsatlar Ülkesi-Amerika üçlemesinin ilk bölümü Dogville (2003) ilk izlendiğinde iğneleyici üslubu ve tiyatro-vari dekoru ile herkesin ağzını açık bırakmıştı.
Sinemada kullanabilecek tüm yabancılaştırma öğelerini kullanırken, seyirciyi filme dahil etmeyi de başarmış ve ayakta alkışlanmıştı. Serinin ikinci bölümü Manderlay (2005), malum bir nevi devam filmi olarak seyircinin karşısına çıktığı andan itibaren ilk filmden bir adım geride başlıyor etkileme yarışına. İçinde kullanılan tüm yadırgatıcı unsurlara daha önceden alışık olan seyirci artık filme bir yenilik gözüyle bakamıyor ve biçiminden çok içeriğine gömülüyor filmin.
Lars von Trier, bu ikinci filmde Amerikan'ın temsil ettiği demokrasi anlayışının sınırlarını biraz daha genişletiyor. İktidarı kendi ellerine geçiren ve güç kazanan cahil bir halkın hemen hemen faşizme dönüştürdükleri bir demokratik sistemle, medeniyetten ne derece uzaklaşabileceklerini gözleri önüne seren Trier, bu sefer alanını biraz daha daraltıyor. Irkçılık, kişisel bağımsızlık ve seçme hakkı gibi konuları insani içgüdülerle yorumlayan Trier, bu filmde Amerika'ya doğrulttuğu eleştiri oklarının ucunu biraz daha sivriltiyor ve biraz can yakıyor denebilir.
İlk filmde, bağımsızlığını demokrasi meraklısı Dogville halkına kaptırmış olan Grace, bu ikinci filmde 70 yıl önce yasaklanmış olmasına rağmen halen köleliğin devam ettiği bir kasabada buluyor kendini. Kendilerine göre belirli kanunları olan Manderlay kasabasındaki duruma el koyan Grace başına geleceklerden habersizce Dogville halkının yaptığı gibi bir demokrasi oyununa kaptırıyor kendini.
Siyahlara yapılan kötü muamelelere bir son vermek, köleliği ortadan kaldırmak ve herkese belki de kendi rızaları olmaksızın silah zoruyla kanuni hakları hakkında bilgi vermek isteyen Grace başlı başına tüm Amerikan değerlerinin ve düşünce biçiminin bir sembolü olarak yer alıyor filmde. Lars Von Trier'in sinemasal olarak kendine biçtiği Tanrı rolüne bu filmde iyicene ısındığı, film boyunca Grace'in davranışlarını eleştiren dış sesin alaycı, zaman zaman rencide edici tonundan fazlasıyla belli oluyor.
Amerika'nın, doğuya ve ötekiye olan oryantalist bakışından, neredeyse tüm siyasi sorunları burnunu her şeye sokan bir çocuk saflığıyla çözümleyebileceğini iddia edişine, karşısındakinin zekasını küçümseyerek birilerini eğitme çabasından, sürekli küçük duruma düşüşüne kadar her davranışıyla alay ediyor film.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki filme hakim olan tüm bu alay politikası inanılmaz eğlendiriyor bizi. Fırsatını bulduğumuz her an dalga geçtiğimiz, ateş püskürdüğümüz Amerikan kültürünün bu şekilde küçümsenmesi güldürüyor bizleri, rahatlatıyor. Ancak sinemadan çıkıp, birazcık film hakkında düşünme fırsatı bulduğumuzda aklımız karışıveriyor birden.
Irkçılıktan bahsediyor film, çünkü belirli bir topluluğa dışarıdan bakıp onlara zulüm etmekten, onları insan yerine koymamaktan ve hep aşağılamaktan bahsediyor. Ve bu ırkçılığın illa deri renginden kaynaklanmaksızın, insanların kökenlerini suçlayarak da yapılabileceğini belli ediyor sessizce. Ve bir anda çıkmaza giriveriyor, soruyoruz: Lars von Trier uçak korkusu sebebiyle bir kere bile ayak basmadığı bir ülkenin tüm değerleriyle dalga geçme hakkını nereden buluyor, o da bir nevi ırk ayrımına sebep olmuyor mu Manderlay'de tutturduğu alaylı üslupla? Ve daha da garibi, Amerika, ne kültürü ne de dış politikasıyla hiçbir tarafı savunulamayacak bir sembol olsa da, filmi izlerken onunla gülüp eğlenen bizler de bir parçası olmuyor muyuz bu ırkçı tutumun?
Lars von Trier ile ilgili soru işaretleri oluşuyor kafamızda Manderlay'i izledikten sonra. Acaba kendi durumumuza dikkat çekmek için bir ayna haline mi getiriyor filmi yoksa sadece uzaktan baktığı bir ülkeye çamur atarcasına eleştirmek için mi yazıyor bütün bu hikayeyi diye bir ikilemde kalıyor insan. Dogville'de alıştığımız sinemasal düzen bizi Manderlay'de şok etmiyor artık. Etmediği sürece de yepyeni soru işaretleri oluşturuyor kafamıza Trier ile ve bizlere anlatmak istedikleriyle ilgili. Daha eleştirel bir bakış açısı kazandırıyor Manderlay bize.
Nasıl Amerikan kültürünü ve temsil ettiklerini sorguluyorsak durmaksızın, filmin sistemi içinde bir Tanrı rolüne soyunan Trier'i ve temsil ettiklerini de sorgular buluyoruz kendimizi. Yepyeni kapılar açıyor önümüzde Manderlay; hem kendimiz, hem de Tanrı'mız hakkında öğrenmek istediklerimizle karşı karşıya bırakıyor bizleri ve gördüğümüz her şeyi sorgulamak zorunda hissettiriyor bizleri. Daha önce Dogville hakkında yapılan, ya sevilecek ya da nefret edilecek bir film bu yorumları Manderlay için geçerli değil bu sefer. Çünkü filmin kendi içinde de söylemek istediği bir şey her şeyin siyah veya beyaz olmadığı.