Andy Garcia’nın Rüyasındaki <b>Kayıp Şehir</b>
Yazar: Ertan Tunç"Gitmek, ölmektir bazen" diyor Victor Hugo. Çoğu (destansı) ayrılışın bir tür ölüme yol açmasına ve hemen akabinde bir tür doğumla taçlandırılmasına sanat dallarında çok sık rastlanır. Kayıp Şehir'de memleketini anlatan, hemşerilerini oynayan dört adam buluşuyor. Neredeyse 20 yıldır (ki dikkat edilirse Baba 3 1990 yılınındır) Küba üzerine bir film çekmek isteyen Kübalı oyuncu Andy Garcia, sert eleştirileri ve yıkıcı muhalifliği nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalan Kübalı romancı ve sinema yazarı Guillermo Cabrera Infante, İtalyan gangster sinemasının Nico Giraldi'si, spagetti westernlerin Cuchillo'su, gelmiş geçmiş en "cool" Kübalı aktörlerden Tomas Milian (Thomas ismi yerine Tomas'ı tercih etmesi tesadüf olmasa gerek) ve Yaralı Yüz'ün, İlk Korku'nun tuhaf yan karakteri Kübalı Steven Bauer, Kayıp Şehir'in özünden uzaklaşmasını engelleyen önemli faktörler. Kısacası birkaç Kübalı Küba'yı ve Küba'da olanları anlatıyor, kısmen övgüsel, kısmen de yergisel.
Kayıp Şehir'i, Küba ve Küba Devrimi hakkındaki filmlerden ayıran önemli özellikler var. Sol perspektiften yayılan tapınmacı filmlerin düştüğü ideolojik propaganda tuzağına düşmüyor Kayıp Şehir. Kişisel hikayelerden yola çıkarak devrim öncesini, devrim sırasını ve devrim sonrasını insanlar üzerindeki etkileriyle değerlendiriyor.
Süresinin uzun olmasının ortaya çıkaracağı sorunları, kuvvetli dramatik yapısıyla alaşağı etmeyi başarıyor. Perdede adeta kendini oynayan insanlar görülüyor. Yazar, klüpçü, devrimci, gangster bir araya geliyor ve eşsiz bir resim ortaya çıkıyor. Bill Murray'nin canlandırdığı yazarın alaycılığı, Lansky'nin oportünizmi, devrimcilerin saflığı ve Fellove'nin nihilizmi ilginç bir yapıya bürünüyor. Bu yapı, geçen sene hayatını kaybeden Infante'nin kendini parçalara bölüp karakterlere serpiştirdiği izlenimini veriyor. Infante, terk ettiği (gitmek zorunda kaldığı) ülkesini bir tür değerlendirmeye tabi tutuyor. Devrimin tezahür ediş biçimini ve derin darbelerini, duygusal kırılmalarla zenginleştiriyor.
Olayları ele alış şekli açısından Garcia'nın başarılı bir yol izlediğini ve gayesine ulaştığını söylemek mümkün. Teknik eksiklikler ve acemi "açı"lar, çerçevelemeler ayrı bir husus ama Garcia hikayesini iyi anlatıyor. Garcia, (bariz ortada olan nedenlerle ve benzerliklerle) Sean Penn ve George Clooney ile aynı kefeye girmeye aday gözüküyor. Hem ciddi konulara el atıyor, hem sinemasal ihtiyaçlara cevap veriyor hem de kendi popülerliğini kullanıyor. Örneğin; Casablanca'daki Rick'i andıran romantik bir portre çizmeyi de ihmal etmiyor.
Kayıp Şehir, daha önce Küba hakkında (Küba hakkında zerre kadar bilgisi olmayan) solcular tarafından çekilen belgesel ya da konulu filmler kadar yapay ya da Küba'dan tamamıyla ideolojik nedenlerle tiksinen, nefret eden insanlar tarafından çekilen filmler kadar ucuz ve dandik değil. İnsanların üzerindeki her türlü etkisini hesaba katarak bir devrimin arka planını anlatıyor. Hikayeye iki ayrı kişisel hikaye monte edilerek, özdeşleşme olasılığı yarattığı gibi aynı zamanda da propaganda ve belgesel niteliği taşıması da engelliyor. En büyük başarısı da bu olsa gerek. Küba kültürünü bilenlerin, tarihsel, toplumbilimsel ve insani değerler/değerlendirmeler taşıyan bir denemesi Kayıp Şehir. Yardımcı oyunculuklar, kamera kullanımı ve uzunluğu sorun yaratsa da yine de görülmesi gereken, yetkin bir çalışma.