Beklentilerimizi Zorlayan <b>Domino</b>
Yazar: Ayşegül KesirliSinemacıyla izleyici arasında bir arz-talep ilişkisi kuruluyor zaman zaman. İzleyici merak ettiği ünlü karakterlerin hayatlarını beyazperdede görmek istiyor ve sinema da bu isteğe cevap veriyor. Bu ilişki süresince sadece bekleyen izleyici, sinemacıyı ne kadar zorlu bir göreve çağırdığının farkında olmuyor çoğunlukla. Belgesellerin dahi objektifliğinden şüphe edildiği bir çağda, birinci şahıstan anlatılmış bile olsa gerçek bir insanın hayat öyküsünü bir sinema filmine dönüştürmenin ne kadar büyük bir sorumluluğu beraberinde getirdiğini unutuyor. İzleyici verdiği görevin zorluğunu bir kenara bırakmış sadece isteğinin gerçekleşmesini beklerken, elinde çektiği ham görüntülerle bir köşede oturan sinemacı, mesleğinin doğası gereği bu görüntüleri kurgulayarak ortaya bir hikaye çıkarıyor.
Sonra da nefesini tutup yaratacağı tartışmaları bekliyor. Tartışma yaratacağını biliyor. Çünkü ne kadar ortalama bakışı yakalamaya çalışsa da, eninde sonunda kendi yorumunu katıyor o yaşam öyküsüne. Kendisinin, anlattığı insanı nasıl gördüğünü yansıtıyor. Bu durum da beraberinde karşıt görüşleri getiriyor ve hem anlatılan insan, hem de ortaya çıkan film bu çatışmaların arasında kaybolup gidiyor.
Domino Harvey'in yaşam öyküsünün beyazperdeye aktarılacağını duyduğumda ortaya çıkacak filmin yine bu tarz bir gel git sürecinin kurbanı olacağını düşünmüştüm. Fakat Tony Scott ve Richard Kelly'nin ortaya çıkardıkları işi gördüğümde bu fikrim tamamen değişti. Trajik ölümüne dek Domino Harvey ile iletişim halinde olan yönetmen Tony Scott, video klip estetiğini True Romance'dekine benzer şiddet görüntüleri ve Spy Game'dekine yakın bir sinema diliyle birleştirmiş ve hem Domino olan, hem de onunla hiçbir alakası olamayan bir filme imza atmış. Ayrıntıları görebilmek için sadece biraz dikkat etmek yeterli. Hatta zaman zaman dikkat etmeye bile gerek kalmıyor.
Film, Domino'nun kriminal psikolog olduğunu söyleyen bir polis tarafından sorgulandığı bir sahne ile açılıyor. Perişan halinden anlaşılabileceği gibi başına talihsiz bir olay gelmiş ve bu olayı "gerçekte olduğu gibi" anlatması için kendisine baskı yapılmakta. Bu şiddetli ısrar üzerine Domino biraz da alaycı bir tavırla içinde çocukluğunun dahi bulunduğu bir hikaye anlatmaya başlıyor. Anlattığı hikaye de bizim filmimizin bütününü oluşturuyor. Bu başlangıç sahnesi ile bile film bizlere, bütün bu öykünün sadece Domino'nun hayal gücünün ürünü olduğu mesajını veriyor. Bu fikrin desteklenmesi içinse devreye Tony Scott giriyor.
Scott, hareketlinin de ötesinde titreyen bir kamera, görüntülerin devamlılığını kıran yazılı metinler ve boğuklaşan, mekanikleşen seslerle bizlere Domino'nun gerçek hayatında neler olup bittiğini göstermek istemiyor zaten. Örneğin Domino çocukluğundan ve aile hayatından bahsetmeye başladığında kamera daha da seri hareket etmeye, sarı ve kahverengi filtre, görüntüleri iyicene bozmaya başlıyor ki neler olup bittiğini göremeyelim. Ki zaten bu karmaşık sinemasal anlatım sayesinde o sırada neler olup bittiğini ne görebiliyoruz ne de anlayabiliyoruz.
Anlamamak hoşumuza da gidiyor nitekim. Öyküdeki sürükleyicilik kesilip, gerçek duygulardan bahsedildiğinde karşımıza bu görüntü karmaşası çıkıyor ve gözlerimizi yormaya, başımızı ağrıtmaya başlıyor. Tony Scott, Domino'nun hayal gücünü daha enteresan buluyor ve aksiyon dolu sahnelerde netleştirdiği kamerasıyla dikkatimizi o kısımlara çekmeye çalışıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse gerçekler bizi hem duygusal hem de fiziksel anlamda sıkıntıya sokuyor. O yüzden de kendimizi Richard Kelly'nin, mücadeleye çağıran tempolu senaryosuna kaptırmayı Domino'nun geçmiş problemlerini görmeye yeğliyoruz bizler de.
İlk büyük çıkışını Karanlık Yolculuk gibi başarılı bir filmle yapan Richard Kelly, gelecek çalışmalarının niteliği konusunda bütün sinema camiasını endişeye düşürmüştü denebilir. Bu endişenin geçip geçmediğini söylemek için biraz erken olsa da Domino'nun senaryosunda iyi bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Görüntülerin olağan karmaşası ile paralel ilerleyen çetrefilli senaryo bir an insanın kafasını allak bullak etmiyor değil. Bu dağınık atmosfer, nerede ne olduğunu anlayamama durumu sıradan bir aksiyon filminde ne kadar hor görülebilirse bu filme o kadar yakışıyor. Çünkü insana kendi rüyalarının düzensizliğini, düşünce akışının kontrolsüzlüğünü hissettiriyor. İzlediğimiz görüntülerin Domino'nun aklından geçenleri resmettiği göz önünde bulundurulursa bu karışık anlatım sırası filmin içinde gerçekten de anlam buluyor.
Bütün bunların yanı sıra Kelly, senaryosunda karakterleri fazlasıyla genelleştirmiş. Domino, erkeksi tavırlarını çevreleyen inanılmaz seksi görünüşüyle tam da aksiyon filmlerinde sık sık karşılaştığımız eli silah tutan kadın figürüne oturuyor. Görmüş geçirmiş, serseri bir ekip patronu olan Ed Mosbey, fazla konuşmasa da söylendikleri yere cuk oturan öğütler vererek fazlasıyla tanıdık bir portre çiziyor. Başından türlü bela geçmiş Venezüella'lı Choco'nun İngilizce bildiği halde her ortamda İspanyolca konuşması, Afgan şoför Afi'nin her göründüğü anda çalan oryantal müzik bu genelleştirme tavrını karikatüze ediyor. Hollywood'dan fırlamış, sıradan bir aksiyon filminde varolması gereken bütün klişe karakterler gözler önüne seriliyor Domino'da.
Tecrübeli bir sinema izleyicisini güldürüp,"nasıl olur da Domino'yu böyle lanse ederler, niye Afi çıktığında sürekli bu egzotik müzik çalıyor, ne kadar oryantalist bir film bu" dedirtebilecek bu vaziyet, aslında bizlere sadece tek bir şey söyleyebilmek için böyle bir zahmete giriyor: hiç tanımadığımız bir insanın hayatını izlemek isterken beraberimizde getirdiğimiz beklentiler de onun gerçek kimliğini bir anlamda çarpıtmıyor mu zaten? İçin için görmek istediğimiz aykırı Domino da aslında Keira Knightley'in bedeninde cisim bulan bu seksi ve asi kadın değil mi? O zaman gerçekte yaşanmış ve bitmiş bir hayatı izlemenin anlamı ne? Bütün bu tartışmaları bırakalım ve kendimizi aksiyonun akışına bırakalım. Domino da hayalinde sadece böyle şiddet dolu, aykırı ve kurgusal karakterlerle dolu bir hayat yaşamış olmayı diliyordu belki de.