Aşkınız ne kadar ağır? Ya intikam duygunuz? <b>21 Gram</b>!
Yazar: Orkan Şancı"ölümümden biraz sonra anladım.. gözlerim dışına kapalı, içine açık.. öyle bir dünyadayım ki şimdi.. ellerim tutabildikleriyle kalmış.. artık ne karanlık var benim için ne aydınlık.. ne sıcak ne soğuk"
Paul Rivers'ın hastane odasındaki son düşünceleri, birazdan bu satırları yazmasına yol açacak sanki. Ya da Özdemir Asaf, bu duyguyu yaşamadan da bilecek kadar büyük. Sanırız ikisi de doğru.
Paul'ün iç sesinde anlatılan, bedenin ölüm anında 21 gram hafiflemesi. Eski bir inanışa göre 21 gram, ruhun ağırlığı. Hangi bilimsel şartlarda ölçüldüğü bilinmese de, ruhun bir ağırlığı olduğu düşüncesi ilginç. Tabii bu ağırlığın bu kadar hafif olması da. Filmin yönetmeninin çocuğunu kısa süre önce benzer şekilde kaybettiği göz önüne alındığında yeni bir film yapması aklından geçenleri anlatmak için ironik bir başlangıç noktası olsa gerek.
Yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu, kader ile tesadüfi seçim temalarını Jack Jordan karakteri aracılığıyla çarpıştırıyor ve bir yargıya varmaktan çok izleyeni bu temalar üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Ama asabi Jack durur mu, "hayır ben de düşüneceğim" diye ısrar ediyor ve delirmenin eşiğine geliyor. Yaşadığı vicdan azabı ve inanç boşluğundan kurtulmak için ölümü seçiyor ama ölüm onu seçmiyor. Jack'in sonunda bir kişiyi hastaneye yetiştirerek vicdanen rahatlaması inandırıcı geliyorsa, finalde evine dönüşü huzur bulması olarak yorumlanabilir.
Inarritu, Paramparça Aşklar'ın anlatımını bile aşan parçalı bir aktarıma başvuruyor. 21 Gram'da ele alınan konunun özelliği bakımından bu tercih bir risk. Ne var ki, ilk 20 dakikasında insanı umutsuzluğa düşüren parçalı anlatım, sonra zihinlerde kendini topluyor ve yönetmenin kurgu masasında yaptıklarıyla, "bakın bu birbirlerini hiç tanımayan insanlar nasıl karşılaşacak, neler olacak" deyip amacına ulaşıyor.
Aslında kader ve rastlantı gibi birbiriyle mücadele eden iki temanın ele alındığı bir öyküde, doğrusal anlatımın avantajları da kullanılabilirdi. Paul ile Cristina arasındaki sürpriz ilişki ve Paul ile Jack arasındaki çatışma sinemasal zaman açısından perdede daha sonra görünebilirdi. Bu gelişmeler beraberinde getirecekleri sürprizin sonucunda seyirci ile karakterler arasındaki empatiyi güçlendirebilirdi. Kanımca Cristina'nın geciken intikam duygusunun ortaya çıkışı doğrusal anlatım ile daha iyi aktarılırdı. Yaşadığı ilk şokun ardından davacı olmayı bile gereksiz bulan Cristina ile geç de olsa intikam almak isteyen hatta cinayet işlemeyi kafasına koyan Cristina arasındaki psikolojik farkı vermek parçalı anlatımın içinden çıkabileceği iş değil. Ama dedik ya, Inarritu, senarist Guillermo Arriaga ve kurgucu Stephen Mirrione ile elele vererek büyük oranda amacına ulaşmış. Üstelik bol grenli pelikül ve sıçramalı kurgu kullanarak estetize bir film çekmeyi de başarmış.
Cristina, olayın ilk şokunu atlattıktan sonra başına gelenlere tepki göstermeye başlıyor. Bunu yaparken de, kendisini telkin etmeye çalışanlara aslında acılı yönetmenin ağzından yanıtlar veriyor. Paul ile arasında mutfakta geçen diyaloglarda bunu en açık biçimde görmek mümkün. Paul "yavaşla biraz, sakinleş" diyor, Cristina "nasıl sakin olabilirim" diye bağırıyor, "kızım yaşayabilirdi, o p.. kurusu onları hayvan gibi yolda öylece bırakıp kaçtı". Bir başka sahnede babası "hayat devam ediyor" dediğinde de Cristina yine öfkeleniyor ama bu kez daha kısık sesle: "annem öldükten sonra bizimle hala oynayabiliyor olmana şaşırmıştım. ama işte bu yalan. hayır, hayat öyle devam etmiyor işte." Bu sözler, çocuğunu kaybetmenin acısına dayanmaya çalışan bir yönetmenin perdedeki sesi değil mi?
Gelelim oyunculuklara... Benicio Del Toro ve Naomi Watts'ın, Oscar adaylığı getiren oyun güçleri izlenmeye değer. Joaquin Phoenix(Gladyatör) dururken 2000 yılında yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını almasına bozulmuştuk gerçi ama Del Toro, kamera önünde olduğunu unutmuşçasına doğal oyunuyla hepimizi bir kez daha hayran bırakıyor. Mütevazı, gösterişten uzak oyunu onu büsbütün yüceltiyor. İşini kaybettiğini öğrendiği görüşme sırasında sinirden titreyen sol bacağını geniş açıdan veren ve Paul kafasına silah dayadığında titreyen ve "sanki gerçekten korkan" oyununu gözden kaçırmayan yönetmeni de tebrik etmek gerek. Yönetmen çekmedikçe, son kurguda kullanılmadıkça iyi oyun neye yarar ki?
Ya Naomi Watts? Sadece korkunca güzel çığlık attığını (Halka) göstermiyor bu kez. O da kendini rolünün içinde kaybediyor. Bir insan ancak bu kadar güzel, duygusal olarak kafası karışmış kızgın bir insanı oynayabilir. Hani bakışlarla oynama deyip duruyoruz ya, Watts'ın perdedeki her anı, "rol keserek oyunculuk yapan" bir çok ünlüye ders gibi.
Üzülerek söylemeliyiz ki, bir başka önemli oyuncu Sean Penn bu iki oyuncu kadar etkileyici olamıyor. Penn'de, Ölüm Yolunda 'den beri bir düşüş var sanki. Paul ile ilişkisini bebek doğurarak kurtarmaya çalışan İngiliz eş rolünde Serge Gainsbourg-Jane Birkin ikilisinin kızı Charlotte'u görmek ise sürpriz oldu doğrusu.
Finalde Penn'in iç sesi aracılığıyla başlayan kurgu oyunu didaktik yapısı nedeni ile kan kaybediyor. Soru yine de önemli, "tek bir yaşama kaç ölüm, kaç yaşam sığdırırız?" En sevdiğiniz işte bu kadar basit biçimde elinizden alınabilir mi? Aşkınız ne kadar ağır? Ya intikam duygunuz? Sizi siz yapan ruhunuz hepsi hepsi 21 gram ağırlığı var. Bize günün birinde bu şekilde ölebileceğimizi hatırlatan, hayatın boşluğuna, hafifliğine ve basitliğine dair bir film.