İktidara Karşı Dogma’cı Dayanışması
Yazar: Ayşegül Kesirliİktidarın her çeşidiyle bir problemi olduğunu düşündüm hep Lars von Trier'in. Sistemin üzerimizde kurduğu politik baskılardan, kendi kendimize uyguladığımız içgüdüsel baskılara kadar bir birey üzerindeki her türlü güç gösterisiyle ciddi sorunları var sanki. Senaryosu Lars von Trier'in elinden çıkma Thomas Vinterberg yönetmenliğindeki Sevgili Wendy (2005), iki arkadaşın el ele verip, bütün bu sorunların üzerine aynı anda gittikleri bir film.
Zaman ve mekan kavramından uzak bir Amerikan kasabasında, herkesin bir makinenin dişlileri gibi görev aldığı maden ocağında çalışmayı ret eden gençlerin hikayesi "Sevgili Wendy"...
Stanley Kubrick'in Otomotik Portakal (1971)'ında ve David Fincher'ın Dövüş Kulübü (1999)'ında karşılaştığımız kendi benliklerini bulmak için bir gruba ve onun alışkanlıklarına sonsuz bir bağlılık gösteren gençlerden birkaçı Dick ve arkadaşları. Ancak kendilerini adadıkları düşünce, adı geçen filmlerden farklı olarak biraz daha metaforik anlamlar barındırıyor içinde, daha değişik çağrışımlar yaptırıyor izleyenlere. "Sevgili Wendy", hayatın kendisinden korkarak yaşama, kaybedenliğe sürükleniş, bir objeyi fetişleştirme, aidiyet, öfkeye dönüşen özgüven ve tüm bu söylenenlerin birbirlerine bağlanarak muhteşem bir kurgu içinde görselleştirilmesi kısaca.
Hayatını hep birilerinin iktidarı altında geçirmiş bir karakter Dick. Babasının zoruyla madenlerde çalışmış, daha sonra dadısının ısrarı üzerine bu işten ayrılmış genç bir adam. Hep başka birilerinin uzaktan dürtmesiyle harekete geçebilen biri. Film, daha başladığı andan itibaren Dick'in nasıl bir karaktere sahip olduğunu farklı farklı olaylar eşliğinde gösteriyor. Bu arada hikayenin içinde yer alan diğer karakterleri de kısa ve önemsiz görünebilecek sahnelerle bizlere tanıtıyor. Dış mekan olarak sadece küçük bir kasaba meydanında geçen film, tüm bu olaylar olurken mekanın darlığından yararlanarak kasaba halkının sıradan hayatını da göstermeyi başarıyor. Bu yönüyle karakterizasyon konusunda hayli başarılı bir tablo çiziyor.
Karakterlerin pasifist düşünce yapıları ne kadar barışçıl bir ruha sahip olduklarını kanıtlasa da onların son derece sinik ve korkak yaşamlar sürmelerinin de sebebi. Hayatlarında yer alan anne, baba veya iş gibi iktidar öğeleri onları ezen, asosyalleştiren kavramlar. Bunlar ortadan kalktığı anda ise hayatlarına girmiş olan başka bir iktidar simgesi, yani silah onları baştan aşağı değiştirip, içlerindeki gücü keşfetmelerine, özgüven kazanmalarına yardım ediyor. Silahın, bilinçdışındaki bir eksikliği gidermek, sahiplenmek ve sahiplenilmek için bağlanılan bir fetiş objesine dönüşümü ise film içinde muhteşem vurgulanmış bir konu.
Dick'in, silahı Wendy'e yazdığı mektuplardan, ona davranış biçimine, dokunuşuna, cinselliği bir kadında değil, bir silahta keşfedişine kadar her ayrıntı filmde bizlerin gözüne sokulmadan, sakin bir dille anlatılıyor. Bütün bu ayrıntılar film dilinin içine hapsediliyor ve Dick ile Wendy arasındaki bağ bizlere sözle söylenmek yerine derinden hissettiriliyor, içimize işleniyor.
Bir objeye bağlanmak ve onları dışlayan, ötekileştiren dünyayı yok sayıp, benzerleriyle beraber apayrı bir dünya kurmak Dick ve diğerlerini kaybedenlikten uzaklaştıran başka bir unsur. Bir silahı sahiplenmek ve onu neredeyse kendi bedeninin bir parçası yapmak güçlü bir aidiyet duygusu yaratıyor. Karakterler böyle bir ruh hali içindeyken, hikayenin benzer insanlardan oluşan bir sosyal çevre içinde geçmesi de önemli bir ayrıntı. Onları kendilerine ortak bir isim verecek kadar gruplaştırması karakterlerin filme olan aidiyet duygusunu pekiştiren bir durum. Gruplarının adını 19. yüzyılda Charles Baudelaire, Oscar Wilde gibi edebiyatçılar da dahil olmak üzere Dandy olarak tanımlanan bazı sanatçılardan alan karakterlerin giyinişleri, bağlanışları, daha da önemlisi korku, özgüven ve öfke arasında evrimleşen davranışları akımın özellikleri ile de örtüşüyor.
Ve film, hem görsel hem de kurgusal olarak içinde yer alan her parçanın birbirlerine sıkı bağlarla bağlandığını, hikayesinin hem kendi içinde tutarlı olduğunu hem de bütünsel bir anlam taşıdığını hissettiriyor. Yönetmenin tüm yabancılaştırma öğelerine rağmen bizlerde filmin sistemi içine dahil oluyoruz bu durumda. Biz de bir gruba ait hissediyoruz kendimizi.
Billy Elliot (2000)'tan tanıdığımız Jamie Bell'in başarılı oyunculuğu ve 60'ların efsane grubu The Zombies'in unutulmaz müzikleriyle süslenen Sevgili Wendy, dışarından bakıldığında yorumlanabileceği gibi ne bir anti-silah, ne de bir anti-Amerikan filmi.
Sadece fetişleştirdikleri objelerde hayatlarının anlamını bulan, hayatları anlam kazandıkça belirli bir amaca hizmet etme ihtiyacı duyan bir grup gencin, iktidarın her türüyle savaşma ve içgüdülerine kulak verme hikayesi. Tüm bu ayrıntıları inanılmaz anlamlı bir kurgu içinde bizlere aktaran Sevgili Wendy kaçırılmaması gereken bir film.