<b>Daima Lilya</b>: Herşey Daha Kötü Olacak
Yazar: Serdar KökçeoğluLilya’ya daima olabileceklerin en kötüsü oluyor. Anne bir yolunu bulup Amerika’ya gidiyor; önce teselli, sonra terk ediyor. Tek akrabası, genç kızı kendi evinden koparıp döküntü bir eve yolluyor. Önceleri göz kulak olur gibi olsa da, bir güzel kızın evine yerleşip kendi dünyasına çekiliyor. En yakın kız arkadaşı, kendi tercihlerinin ağır faturasını ona ödetiyor. Bu hesabın içinde, en yakın arkadaşları, beraber bali çekip uçtukları gençler tarafından tecavüze uğramak da var. Sonra sığınağında elektrikler kesiliyor, ve nihayet parası bitiyor. Ve son çare olarak, teyzesinin de tavsiye ettiğini yapıyor, makyajını yapıp bacakarasını açmaya gidiyor. Fakat Lilya’nın başına gelenler bununla da sınırlı kalmıyor. Sevgilisinin çizdiği yolda, yeni bir ülkede, kaçışı olmayan bir kölelik yaşamaya başlıyor. Tek mutluluk, tek özgürlük ise bir yolunu bulup, köprüye ulaşıp bir çift kanat takmaktan geçiyor. Lukas Moodysson’un iki küçük kahramanı; anlamı, artık hemen her yerde aynı olan hayatı bir köprüden aşağı ittirmekte buluyorlar.
Daima Lilya, günümüz sinemasının umutsuz, karamsar, kocaman bir acıyı paylaşmaktan başka ışık görmeyen eğilimi içinde en sert, şiddetli öykülerden birini sunuyor. Henüz filmin başında Rammstein’ın sert müziğinin eşliğinde yok oluşa giden kaçış; Lilya’nın sonunu en başından söylüyor. Onun öyküsünü izleyecek olanların herhangi bir beklenti içine girmesini de engelliyor. Bunu bir kurtuluş değil, tükeniş öyküsü olarak izlememiz isteniyor. Yavaş yavaş bir köprüden aşağı düşmekte olan dünyayı anlatan film, en kötüsünü ortaya koyuyor ve bu da onu eşsiz kılıyor. Onu bir sanat eseri olarak da kabul etseniz, henüz nasıl bir dünya olduğunu kavrayamadığımız seks köleliği üzerine bize bir şeyler söylemeye çalışan bir uyarı olarak da alsanız, olduğu gibi kabul etmeniz gerekiyor. Eğer ona bu dokunulmazlığı yakıştırma konusunda bir an tereddüt yaşarsanız, ister istemez bazı noktaların gözünüze batacağını da belirtmek gerekiyor.
Eğer Lilya yirmi beş yıl önce yapılmış olsaydı, şüphesiz en başta kimi zaman rahatsız etmek kimi zaman da bir şeyleri gözümüze sokmak için başvurduğu incelikten yoksun seçimleri nedeniyle, epey bir eleştiri toplardı. Danimarkalı ruh kardeşi Lars Von Trier?in filmlerinde de karşımıza çıkan bu 'kabalık', en başta Lilya'nın dini simgelerle olan ilişkisinde kendini gösteriyor. Lilya her ne kadar iyice dibe vurduğu bir anda, kendi ilahi dayanağı olan resmi parçalayıp atsa da, mistik kurtuluşunun peşinden öbür dünyanın mutluluğunu keşfetmekte gecikmiyor. Bu anlamda ruh kardeşi ile olan benzerliği de, hareketli bir kamera ile ani zoom’ların çok ötesine taşınıyor.
Yine, Lilya’yla birlikte olan erkeklerin resmi geçit yapan terli yüzlerinin ne kadar gerekli olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Zaten sessizken de olabildiğince çarpıcı, hüzünlü olan kimi sahnelere eşlik eden yaylılar için de aynı şey söylenebilir. Senaryo ya da oyuncuların performansı yetersiz olsaydı, belki böyle bir desteğe ihtiyaç duyabilirdi ve bir boşluğu doldurabilirdi. Filmde kullanılan tekno müzik ise kendinden geçmelere ya da Lilya’nın sonunu hazırlayan gece hayatına eşlik ediyor. Öyle ki, bitmekte olan sahnede derinden başlayan ritmler, az sonra dış dünyanın bir kez daha saldırıya geçeceğinin habercisi oluyor.
Sona yaklaşan bir tükenişin öyküsünü anlatsaydı, şüphesiz daha farklı bir kurguya sahip olabilirdi. Belki bitmeden önce bazı kapıları gerçekten açık bile bırakabilirdi. Fakat herkesin ve her şeyin benzersizce kötü olduğu bir film bu. Gerçeğin en dibinde karşımıza çıkan ve mantık aramaya izin vermeyen mistisizm bu yüzden rahatsız etmiyor. Belki de yine bu yüzden incelikler arayarak vakit kaybetmeye gerek yok.
Acımasızca en kötüsünü yaşayan Lilya’nın hikayesi bir intihar mektubu olarak da okunabilir. En çok belki bu yüzden olduğu gibi kabul etmek gerekiyor.