Hesabım
    Bir Konuşabilse...
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    5,0
    Kusursuz!
    Bir Konuşabilse...

    <b>Bir Konuşabilse</b>: Yalnızlık Bazen Paylaşılır

    Yazar: Sibel Maksudyan

    Yaşam bize kaybetmenin de kazanmak kadar doğal olduğunu öğretir. Buna zamanla alışır ve ona göre davranırız. Ancak kaybolmak, hem de tam anlamı ile, kabullenip alışabileceğimiz bir durum mudur?

    Ortada alışılacak bir durum görülmediğine göre bizi ilgilendiren, patlamanın (dışavurumun) nerede, ne zaman ve kiminle gerçekleşeceğidir. Sofia Coppola'nın filminde bu sorular cevaplarını en beklenmedik yerde, zamanda ve kişiyle buluyor.

    Bob Crane orta yaşlı, karısı ile uzun zamandır iletişimini yitirmiş (birbirlerini görememelerine rağmen en önemli sohbetleri hangi halıyı seçecekleri üzerine), çocukları ile de pek avunamayan ve uzun zamandır film çekemeyen bir aktör. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de reklam filmi çekimi için Tokyo'da olması onun açılımının başlangıcı.

    Tokyo, Amerikan filmlerinde gördüğümüz şehirlerden çok daha renkli, kalabalık, karmaşık ve belli ki insanı oldukça yalnızlaştıran bir şehir. Bob da bunu farkediyor olmalı, taksinin camından şehri izlerken hayretlere düştüğüne tanık oluyoruz (bu yaşam tarzının başladığı yerden gelen biri için oldukça ilginç).

    Şaşırması bununla bitmiyor. Japon halkı Amerikalılar'a göre oldukça farklı. Hâl böyle olunca kahramanımız öyle bir kültür şokuna uğruyor ki, ilk yapmak istediği şey işini uzatmadan bu şehirden kaçıp aslında hiç de mutlu olmadığı yuvasına geri dönmek (pek de hoş olmayan bir ikilem). Tabii bir de uyumak; çünkü Tokyo'da bir türlü uyuyamıyor. Bu esnada 'nerede' sorumuza cevap bulmuş oluyoruz.

    Neyse ki ikileme düşmesine gerek kalmadan Charlotte ile tanışıyor da Tokyo daha ilgi çekici gelmeye başlıyor. Charlotte, Bob'un daha yolun başındaki hâli gibi. Henüz çok genç, ne yapacağına karar verememiş, iki yıllık evli ve evliliği hakkında şüpheleri var. O da kendini bu şehirde en az Bob kadar yalnız ve kaybolmuş hissediyor. Üstüne üstlük onun da uyku problemi var.

    Biliyorsunuz 'yalnızlık paylaşılmaz'; ama bizim kahramanlarımız ellerinden geldiğince bu paylaşımı yapıyor. İkisi de birbirine öyle sade, öyle içten, öyle dürüst davranıyor ki bu tarz bir ilişkinin (adı olmayan, kenetlenmeye benzeyen bir şey) ancak böyle koşullarda mı gelişebileceğini insan düşünmeden edemiyor.

    Evlilik hakkındaki konuşmalarda, Bob'un çocuk sahibi olmanın hiç de umulduğu gibi mutluluk verici bir olay olmadığını kabullenişi, bir bakıma kutsal ailenin yıkılışını simgeliyor. Sürekli çocuklara zaman ayırmanın ilişkiyi hiç de iyi etkilemediği, bunun büyük bir fedakârlık işi olduğu ve kendisinin bu fedakârlığa katlanamadığı ortada.

    Bob bu tarz konuşmaları ile sanki Charlotte'a hayat dersi vermekte; ancak bir taraftan da onun gençliği ve desteği ile kendisi hayat bulmakta. İşte belki de bu yüzden 'ne zaman?' sorusuna cevabımız orta yaş krizinin eşiği oluyor. Kiminle sorusu ise zaten çoktan cevabını bulmuş durumda.

    İkisi de hayattan bezmiş, umutsuz görünseler de birlikte gülmeyi ve eğlenmeyi başarabiliyorlar. Özellikle son sahnede, bizim duyamadığımız sözler ile vedalaşsalar da onlar için hâlâ umut olduğuna inanarak gülümseyebiliyoruz.

    Bill Murray, Bob Crane'de oldukça başarılı. Güldürdüğü sahneler ile bir âşinalık yaratıyor ve bu çok güzel bir âşinalık. Duygusal sahnelerde ise oldukça inandırıcı ve sade. Aynı şey Scarlett Johansson için de geçerli. Duru güzelliği bir yana, oyunculuğu hiç aksamıyor. O da çok gerçekçi ve eksiksiz bir oyunculuk sergiliyor.

    Abartıdan uzak ve içtenlik kokan bir film izlemek çok keyif verici. Tabii bunun için yazar ve yönetmen Sofia Coppola'ya müteşekkiriz. Umarız kariyerine böyle güzel filmler ile devam eder.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top