<b>King Kong</b>’dan Şov
Yazar: Ayşegül KesirliTek başına sinemaya gitmeyi alışkanlık haline getirmiş tüm insanlar gibi, mutsuz olduğum her an Hollywood'un beni pembe düşler bombardımanına tutmasına izin veriyorum. Birbirinden güzel insanlarla maceradan maceraya koşuyorum, gündelik problemlerimden uzaklaşıyorum. Popüler sinema ile rahatlamaya, sakinleşmeye çalışıyorum, yepyeni hayaller ediniyorum. 1920'li ve 30'lu yıllarda yaşıyor olsaydım da davranışlarım pek fazla değişmezdi, eminim. Dönem itibariyle yeni yeni seslendirilmeye başlayan filmler muhteşem bir eğlence ve şaşkınlık kaynağıydı o dönemin insanları için. Sinema neredeyse saatler süren bir ritüeldi ve sadece bir bilet alarak herkes bu ritüelin bir parçası olabilirdi. Woody Allen'ın Kahire'nin Mor Gülü (1985)'ünde anlatmaya çalıştığı gibi Amerika'nın aynı yıllarda içinde bulunduğu ekonomik bunalım sinemayı halkın tek mutluluk kaynağı haline getirmişti örneğin.
Şov dünyasının, kullanılabilecek en doğru kelimeyle "güzelliği" insanları büyülüyordu ve sakinleştiriyordu, onlara yeni umutlar veriyordu. Peter Jackson'ın King Kong (2005)u da Büyük Buhran zamanının Amerika'sını betimleyen sahnelerle açılıyor. Tiyatroların yavaş yavaş kapandığı, oyunların yerlerini büyük ve görkemli prodüksiyonlara bıraktığı bir zamanı anlattığının altını çiziyor film. Güzel, renkli ve ihtişamlı olanın alışılmışı ezdiği bir zaman bu. Herkesin olmak istediğini sahnede seyrettiği, fakat sahnedekinin gerçek hayatın içinde bir illüzyona dönüşeceğinin farkında olmadığı bir zaman. Aradan yetmiş yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hala daha içinde olduğumuz bir zaman dilimi bu aslında. Bu nedenle Peter Jackson'ın "King Kong"unu, fragmanı, potansiyel seyircisi ve izlerken oluşan ritüelimsi ruh hali ile algıladığımızda açıkça görülen bir şey var ki 1933 yılında çekilen "King Kong" ile birbirlerinden pek de farklı değiller. Neden mi?
İlk olarak, filme gittiğimiz anda görsel efekt bakımından fazlasıyla zengin bir yapımla karşılaşacağımızı biliyoruz. Göreceklerimizin daha önce hiçbir filmde karşımıza çıkmadığı kadar yeni, gelişmiş ve görkemli olacağını da tahmin ediyoruz. 1933 yılında "King Kong"u izlemek için sinema salonlarını dolduranlar kadar büyük bir heyecan taşıyoruz içimizde. Bununla beraber film, süresi ve olaylar dizisi itibariyle neredeyse eski zamanlarda sinemaya girip, birçok farklı şey izleyip saatler sonra salonu terk eden bir insandan farksız hale getiriyor bizleri. "King Kong"u izlemek bizim için de heyecan uyandıran, apayrı bir eğlence. Ve anlıyoruz ki Peter Jackson daha önce söylediği gibi hem hikaye, hem de prodüksiyon olarak ilk filme tamamen sadık kalmayı başarmış durumda.
Peter Jackson'ın tam anlamıyla şov yaptığı bir film denebilir "King Kong" için. Tamamı görsel efektlerden oluşan karakterleri, görkemli doğa manzaraları, daha önce böylesine rastlamadık dedirten aksiyon sahneleri ile büyüleyici bir şovdan ibaret her şey. King Kong karşımıza çıkıncaya kadar uzunca bir başlangıç periyodunun içinden geçiyoruz ilk başta. Karakterleri nasıl bir tehlikenin beklediğine dair ipuçları ediniyoruz. Tabi ki çok önceden onları nelerin beklediğine dair bir fikre sahip olduğumuz için, bu giriş kısmı bizi biraz sabırsız hale getiriyor.
Zaman zaman ise karakterlerin gergin halleri bizlere gülünç geliyor. Kafatası Adası'na vardığımızda ise tarih öncesi çağlara ait olduğunu varsaydığımız sayısız yaratıkla karşı karşıya kalıyoruz. Ve bu yaratıklarla sonu gelmeyecekmiş gibi görünen çatışmalara giriliyor. Uzunca bir giriş, giderek uzayan aksiyon sahneleri doğal olarak filmin süresinin de giderek uzatıyor. İlk önce kendi kendimize Peter Jackson yeni oyuncaklarını göstermek için filmi kesmeye kıyamamış herhalde diye düşünsek de sonradan farkına varıyoruz ki, bu olan biten her şey büyük şovun birer parçası. Biz seyirciler zaten sonunda ne olacak acaba diye görmek için izlemek istemiyoruz "King Kong"u. Bilgisayar yardımıyla tekrar hayat bulan tarih öncesi yaratıkları, onların kanlı canlı karakterlerle nasıl ilişki kurduklarını görmek istiyoruz sadece. Bu yüzden de film ne kadar uzun olursa o kadar iyi bizim için.
Gözlerimizi, gerçek hayatta asla göremeyeceğimiz Peter Jackson dünyasından ayırıp, filmin hikayesine de dikkatlice göz attığımızda varolan şov dünyasının güzelliği ile bir insanı ölümüne büyüleyebileceğinden bahsedildiğinin farkına varıyoruz. Şov dünyasında dönen paranın, ihtişamın, o dünyaya ait insanların sahip oldukları hırsın ve azmin sıradan bir canlının kaldıramayacağı kadar baş döndürücü bir etkisi olduğunu anlıyoruz. Filmin altında barındırdığı sayısız teorik anlam görsel zenginliği ile birleşiyor. Seyircileri ve sinemanın iyileştirici parıltısını da içine aldığındaysa kendine has koskocaman bir dünyaya yaratmış oluyor.
Naomi Watts, göz göze duramayacağı bir karakterle birebir sahnelerinde muhteşem bir performans sergiliyor. Carl Denham rolündeki Jack Black'in eğlenceli mimikleri, zaman zaman biraz abartılı kaçıyor. Fakat şöhret ve para hırsının komik duruma düşürülmesi için Jack Black'in çok yerinde bir tercih olduğu da kanıtlanıyor. Adrian Brody içinse her zamankinden daha başarılı veya başarısız demek pek mümkün değil.
Film bitip, salon dağıldıktan sonra zihin tek bir sahneye odaklanıyor aslında. Zaten o sahne de o anda sinemada neler yaşandıysa özetleyiveriyor hemen. Ann Darrow, King Kong'u sakinleştirmek için önünde dans edip, çeşitli akrobatik hünerlerini sergiliyor. Kong çok eğleniyor. Ann yorulup, "bu kadar yeter, bitti artık, daha fazlası yok" dediğinde ise Kong bir anda sinirlenip, önüne ne gelirse yakıp, yıkmaya başlıyor. Film boyunca hem hikayenin içinde, hem de kendi gerçekliğimizde perdenin hangi tarafının hangi anlamı yansıttığına karar veremediğimiz gibi, Kong'un da bizim ruh halimizi yansıtıp yansıtmadığına karar veremiyoruz.