Zeki Demirkubuz’un hem kendisi, hem de sineması adına çok önemli bir film olan Yazgı, Albert Camus’nun Yabancı’sının serbest olarak bir uyarlamasıdır. Zeki Demirkubuz sineması adına bu film, onun ilk üç yapıtından sonra kendi kişiliğine bu filmle başlayarak daha çok eğilme gereği duyuşunun bir resmidir diyebiliriz. Yazgı filmi, Yabancı romanıyla karşılaştırıldığı zaman birtakım farkları olan bir film öncelikle. Yabancı romanını incelediğimiz zaman Albert Camus’nun “absürdizm” felsefesini ortaya koyduğunu görüyoruz. Fakat Zeki Demirkubuz, bu filminde Camusyen bir söylemden öte Nietzschevari bir yaklaşımla Musa karakterini oluştururken, karakterin nihilist tavrıyla da sinemada daha önce belki de görülmemiş (Terrence Malick'in The Tree of Life'ında nihilist bir karakter seyretmiştim bir tek ve de en azından Türk sinemasında ilk defa bu tip bir karakter görüldüğüne emin olduğum) bir karakteri son derece gerçekçi bir biçimde resmediyor.
Meursault ve Musa
Yabancı romanını okuyanlar bilir. Romanın konusu gayet basittir. Annesinin ölümüyle açılan roman, üç bölümden oluşur. İlk bölümde Meursault’un bakımevine gidip annesinin cenazesini aldığı süreç içerisinde, annesinin ölümü karşısındaki soğukkanlılığı ve de cenazesinin önünde sütlü kahve içmesine kadarki süreç anlatılır. Romanın ikinci bölümünde ise, annesinin ölümünden bir sonra bulduğu Marie isimli sevgilisi Marie, ve de birkaç gün sonra tanıştığı çapkın Raymond ile beraber yaşanılan birtakım olaylar sonucunda Arap bir adamı Meursault’un öldürme süreci anlatılırken, romanın son bölümünde ise Meursault’un mahkemede yaşadıkları bizlere aktarılır.
Romanda bilindiği üzere, Meursault’un mahkemedeki süreci bizlere giderek onun suçlanmasının adam öldürmekten değil de, annesinin ölümüne üzülmediği, gözyaşı dökmediği, önünde sütlü kahvesi içmesi gibi, Nietzsche’nin tabiriyle “sürü” gibi davranmaması sebebiyle olduğunu görürüz.
Ancak filmde Musa ise, Meursault karakterinden de öte, annesinin öldüğünü fark ettiği gün ne yapacağını bilmeden kayıtsızca işe gidip, her şeye “Benim için fark etmez” diyen ve de işlemediği bir adam öldürme suçuna karşılık o suçun üzerine atılışına yıllarca kayıtsız kalan bir karakterdir.
Peki ya Zeki Demirkubuz, Yabancı’daki gibi bir karakter yaratmayı değil de, neden Yazgı’da gördüğümüz gibi bir karakter yaratmıştır?
Musa karakteri onun tüm ahlak normlarını yıkan, seyircide nefretle karışık bir sempati uyandıran karakteri üzerinde bir çözümleme yapmak amaçlanmaktadır. Peki ya Musa neyi temsil etmektedir? Modern bireyin toplumsal kuralları gözetmeden var olması mümkün müdür? Beklenmedik tavır ve davranışlar toplumca nasıl algılanır?
Öncelikle nihilizm sözcüğünün kökenine bakmanın doğru olduğu düşüncesindeyim. Nihilizm sözcüğünün kökenine bakıldığında acıyı, çatışmayı ve antagonizmayı kabul edememe halini anlatır. Acısız bir yaşam arayışı, dünyayı olduğu gibi kabul edememekle aynı kapıya çıkar çünkü acı, çatışma ve antagonizma yaşamın birer parçasıdır. Yani köken olarak nihilizm acı, çatışma ve antagonizmanın artık var olmadığı yanılsamalı bir dünya, aşkın bir cennet icadıdır.
Musa, toplumsal kuralların olabildiğince dışında olan, ne kendisine ne insanlığa bir faydası olmasının kaygısını gütmeyen, modern dünyanın içinde modernizmin biçimleyemediği bir insan figürüdür.
Zeki Demirkubuz’un Musa karakterini yaratırken esinlendiği noktalar
Öncelikle Zeki Demirkubuz, Musa karakterini yaratırken alt metninde Albert Camus’nun Yabancı’daki yabancılaşmayı ve de ötekileştirme anlatısını korurken, Camus ile beraber karakteri üzerinde Dostoyevskiyen ve de Nietzschevari izler de taşıyor demek mümkün.
Musa, toplumsal bütün ön yargıları üzerinde barındıran biridir. Ve de bu noktadan baktığımızda Musa bir şeytandır. Tıpkı Karamazov Kardeşler’de yazarın belirttiği şeytan tanımlamasına uyar. Bu kitabın sonlarına doğru şeytan şöyle der, modern çağda “en iyi ve en güzel”in yüceltilmesinin gülünçlüğünü ilan eder. Bu açıdan baktığımızda Nietzschevari bir yaklaşım da sezinleyebiliriz. Çünkü Nietzsche’ye göre değerli olan akıl sahibi rasyonel olan insan değil, akıl yerine istenci koyan insandır. Ve bu açıdan dünyaya baktığımızda yaşanılan dünyada sürünün gerçeği kabullenememe, kendilerini göz göre göre yalana itmelerini ise, acıdan kaçma olarak yorumlayabiliriz. Bu noktada acıdan kaçmanın sebebi ise, varoluşumuzun temelinde mitolojik bir yaklaşımla bakarsak eğer suç işlemek olduğunu, ve de bu suçun insanın kendi (bireysel) vicdanı içerisinde acıya sebep olduğunu yorumunu yapabiliriz. Kısacası bir bireyin nihilist tavrına karşın, toplumun diğer bireylerinin acının ortasında “en iyi ve en güzel”i sadece rasyonel olması sebebiyle yüceltmeleri, saçmadır veya Dostoyevskiyen bir açıdan söylediğimizde budalalıktır. İşte bu noktada gerekli olan şey “ahlakın kendini alt-etmesi”dir. Yani Karamazov Kardeşler’deki gibi şeytanın ılımlılık talep ederek, kötülüğün dilini artık konuşmayacağını dile getirmesi, normalleşmesi, içindeki kötülüğü ortadan kaldırmasını, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’te, iyi ve kötü arasındaki çatışmayı ilk kez evrenin işleyişine yerleştiren ve ahlakı metafiziğe dönüştüren, İran’lı peygamber Zerdüşt’ün bu sebeple hataların en mukadder olanını yani ahlakı yarattığından, onu tanıyıp alt edecek ilk kişi de o olması gerektiğinin bir göstergesidir. Burada Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünden bir örneklendirme yapmam, Zeki Demirkubuz’un Musa karakterini oluştururken Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’indeki şeytan gibi Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki Zerdüşt’ten de esinlenmiş olmasıdır. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Zerdüşt’ü bir tip olarak şöyle tanımlar: Şimdiye dek kutsal, iyi, dokunulmaz ve ilahi diye adlandırılan her şeyle safça ve içinden geldiği gibi, düşünmeksizin oynayan bir ruhun ideali, dünyevi bir tiple karşı karşıya geldiğinde bu tür bir tip, acımasız görünecektir. Yazarın bu tanımı aynı zamanda Musa’yı da tanımlar niteliktedir. Çünkü Musa bir ahlak yıkıcıdır, seyirci onunla karşı karşıya geldiğinde acımasız bir karakter görür karşısında. Ama asıl tartışma konusu olan onun acımasız olup olmadığıdır. Bir ikincisi de, onun kime göre acımasız olduğudur. Mesela Musa, yakın arkadaşı, kapı komşusu Necati’ye karşı son derece anlayışlıdır. Fakat Necati de, tıpkı Musa gibi toplumsal normların dışında bir kişidir ve de bu toplumdan farklı iki karakter, kendi içlerinde tutarlı karakterlerdir aslında. Ancak toplum kurallarının dışında olmaları, onları toplumca, iktidarca acımasız, hatta cani yapmıştır. Çünkü onlar modern dünya içerisinde kendilerinin iyileridirler başkalarının değil.
Birey-Toplum-İktidar Üçgeni İncelemesi ve Musa’nın Yeri
Foucault, Nietzsche’nin sürü dediği insanların iktidarın gözetimine hapsolduğunu söyler ve de modern bireyin iktidar tarafından üretildiği yorumunda bulunur. Ve de iktidarın denetimine hapsolmuş sürü bireylerini bir noktadan sonra bir sıkışmışlık duygusu kaplar, tıpkı Musa karakterinin üzerindeki bir etki gibidir bu. Ancak Musa, iktidarı ve sürüyü aşarak bu sıkışmışlığı da ortadan kaldırmıştır. O, artık kendi gardiyanıdır. Toplumdan sıyrılan Musa’ya sürü gözünden bakıldığı zaman bunun sebebinin ne olduğu aranmaktadır. Ancak Zeki Demirkubuz bir söyleşisinde pek çok şeyin nedeninin olmadığı yorumunda bulunmuştur. İşte bunun da bir sebebi yoktur yani bir şeye bir duruma karşı olması amacıyla bunu yapmamıştır. Bu onun tıpkı Sartre’ın dediği gibi insanın iradesini tamamen kendi eline aldığının bir görüntüsüdür. Ancak burada Sartre’dan ayrılan nokta, kişinin doğrudan kendi iktidarını yaratmış olmasıdır. (bkz. Bireysel Varoluşçular: Nietzsche, Camus ; Marksist Varoluşçular: Jean Paul Sartre)
Modern hayatta birey, pek çok şeyle mücadele etmek zorunda kalır. Modern dünya, kurumlarıyla bireyi seri üretilmiş bir nesne gibi biçimler. Modern insan, kurumlara adeta mecbur bırakılır. Bu modern dünyada, modern bireyin bürokrasi içerisindeki sürüklenişini en iyi anlatan yazarlardan bir tanesi, hiç şüphesiz Franz Kafka’dır. Franz Kafka, Dönüşüm adlı eserinde Gregor Samsa’nın dönüşümü sonrasında, bir gün işe geç kalmasının ve de farklılaşmasının ne gibi sonuçlara yol açacağını son derece iyi resmederken, Dava adlı eserindeyse, bireyin yargılanma sebebinin varolması olduğuna dikkat çekerken, Şato adlı eserindeyse kusursuz işleyen bürokratik yapı içerisinde bireyin anlamsızca, bir hiç etrafında sürüklenişini ve de o kadar mücadelenin, maceranın sonucunda bir türlü sistemin üst kesmindeki insanlara ulaşamayan burjuvaziyi bizlere yansıtırken, Kafkaesk bunalım diye tabir ettiğimiz bu bunalımın nasıl oluştuğunu bizlere kanıtlar. Çünkü tıpkı Nietzsche’nin de dediği gibi insanın özünde güç istenci yatmaktadır. Ancak sorun şudur ki, gücü isteyen zengin, sistemin üst kesmindeki bireyler, bu gücü sınırsız bir noktada tutarlar. Bir süre sonra bir de bakmışız ki kapitalist sistem içerisinde zenginler giderek daha da zengin, fakirler de giderek daha fakir bir konuma gelmişlerdir. Ve de bu noktada Zeki Demirkubuz’a göre gerekli olan şey, tıpkı Albert Camus’nun Başkaldıran İnsan adlı eserinde dile getirdiği gibi başkaldırıdır. Hatta Camus, Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözünü daha da ileri taşımış, ve de “Başkaldırıyorum, öyleyse varım” demiştir. Nietzsche’de, insanlığın eğer bu kargaşa ortamını çözemez ise, kendi içerisinde yok olup gideceğini söylemiş ve de Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında dediği gibi Yazgı filmindeki Musa’nın varoluşu için “bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz” [2] demek doğru olacaktır. İşte bu noktada da, George Orwell’in 1984’üne parmak basmak doğru olacaktır. Orwell, 1984’te bir ülke rejiminin (daha doğrusu bütün dünya ülkeleri rejiminin) ne kadar otoriter ve de totaliter bir hal alabileceğini resmederken, adeta sistemin insanları var etmek değil, yok etmek amacıyla var olduğunu bizlere gösterir. Çünkü önemli olan devrimi sürdürmek değildir, o devrimden sonra neler yapacağınızdır. Bunun en net örneği de, Bolşeviklerde görülmüştür. Vladimir Lenin, eşitlik fikriyle yola çıkmış, ancak bir süre sonra yönetici zümre, kendisini halkın üzerine koymuş, ve de antlaşmayı eşitlikten totaliter bir rejme bürünerek bozmuştur. Çünkü Orwell’in Hayvan Çiftliği’nde dediği gibi “Bütün hayvanlar eşittir, bazı hayvanlar daha da eşittir”. Kısacası Zeki Demirkubuz’un dediği noktaya varmakta olduğumuzu düşünüyorum: “Tarih, hiç gitmeyecekmiş gibi görünen güç ve iktidarların çöplüğüdür”. Ve de bu çöplüğün Orwell’in 1984’ündeki zengin ile fakirin kazandıkları para uçurumuna varması dahi mümkündür. %85’i sefil, %14,999’un orta halli olduğu, geriye kalan minicik kesmin delice zengin olmasının engellenmesi, en basit tabirle yeri geldiğinde hayır diyebilmekten geçer.
Zeki Demirkubuz’un bu filminden çıkardığım şeylerden bir tanesi, bir bireyin, kurumlar olmadan da yaşamayı başardığı zaman Dostoyevskiyen bir açıdan “etiyle, kemiğiyle insan” olabileceğini ve de özgürleşeceğini, bu kurtuluşun ise, eylem yoluyla değil, acı çekme yoluyla mümkün olduğunu bizlere gizliden resmetmektedir. (ayrıca bkz. Düşüş, Albert Camus)
Filmin zannımca en başarılı kısımları ise, Musa’nın polis ile yaptığı görüşmeden itibaren bitişe kadar olan süreçtir. Özellikle de savcı ile Musa’nın görüşmesi bir hayli çarpıcıdır.
Bu sahne, gardiyanın Musa’yı getirmesiyle başlar. Musa, patronunun karısını ve çocuklarını öldürmekten dört yıl boyunca idam cezasıyla yargılanmıştır. Ancak patronu çektiği vicdan azabına daha fazla dayanamayıp, suçunu itiraf etmiş ve intihar etmiştir. Savcı, Musa’nın nasıl bu kadar yıl sessiz kaldığına akıl erdiremez ve ona sorular sormaya başlar. Ancak Musa her zamanki kayıtsızlığıyla savcının karşısında oturmakta, hiçbir sevinç belirtisi göstermemektedir. Savcı, Musa’ya patronun itiraf mektubunu okuyup okumadığını sorar, cevap olarak kendisiyle ilgili olmadığını alır. Sonrasında savcı mektubu okumaya başlar. Ve de savcı, Musa’nın hiç itiraz etmemesine o anda şaşırarak Musa’ya bunun hakkında bir soru yöneltir. Musa’nın cevabı ise çok nettir: “Ne fark ederdi”. Zeki Demirkubuz, bu noktada Camus’nun Yabancı’daki anlatımının da ötesine geçerek, Franz Kafka’nın Dava’sını andıracak bir cevap bizlere veriyor. Çünkü gene kimse onu dinlemezdi, bu durumu değiştiremezdi, o sadece suçlanmış olmaktan dolayı şikayetçi olmamıştı.
Tanrı-Vicdan-İktidar Üçgeni ve Musa
Bununla birlikte, savcı ile Musa arasında geçen yaklaşık bu on beş dakikalık sahne (bu sahnede Zeki Demirkubuz’un, Albert Camus’nun Yabancı’sındaki mahkeme sahnesinden ziyade, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’deki “Büyük Engizisyoncu” bölümünden esinlenerek oluşturduğunu söyleyebiliriz) içerisindeki en dikkate değer noktalardan biri de inançlarla ilgilidir. Savcı, Musa’ya Tanrıyı sorar. Musa, inanmadığı cevabını verir. Savcı ise o anda üzerine düşünmediniz mi der. Musa ise benim için üzerine düşünülecek bir şey değil yanıtını alır. Bu kısımda savcı, Tanrı’nın iktidarını kullanarak kendi iktidarını gösterme, dayatma çabasındadır. Tanrı, modern birey için en büyük iktidardır belki de, en derin kurumdur, ve de inançların da iktidarların bakışına göre şekillendiğini bu sahnede Zeki Demirkubuz bizlere bir kere daha gösterir. Ancak Musa için Tanrı her zamanki gibi hiçliktir. (Savcı, eğer infaz edilseydiniz yine Tanrı’ya inanmaz mıydınız sorusuna yine hayır cevabını verir) Yazgı filmindeki diyalogları ise Marquis de Sade’ın “Tanrıya Karşı Söylev” kitabındaki diyaloglara benzetebiliriz. Bu kitapta Sade, papaz ile ölüm döşeğinde inanmayan bir adamın konuşmalarına yer verir. Papaz ona sorar: Yani siz Tanrıya hiç mi inanmıyorsunuz? O da şöyle cevap verir: İnanmıyorum, bununda nedeni gayet basit; insanın anlaşılmayan şeye inanması tamamen imkansız çünkü. Bu noktada Marquis de Sade, kavramak ile inanmak arasındaki çizgiyi bizlere aktarmaktadır. İşte aynı şekilde Zeki Demirkubuz da Yazgı filminde bu çizgiyi Musa karakteri üzerinden bizlere sorgulatır. Kavramak ile inanmak arasında dolaysız ilişkiler olmalıdır; kavramak ancak inancın besinidir. Anlamanın hiç etkili olmadığı yerde, inanç ölüdür ve bu durumda inanç sahibi olanlar Sade’ye göre inancı dayatır. Ancak burada kavramak ile inanmak arasındaki ilişkiyi agnostisizm olarak algılamamak gerekir. Burada her ne kadar söylenen Tanrı’nın kavranamadığı olsa da, bu kavranamama Sade veya Demirkubuz veya Musa için Tanrı’nın var veya yok olduğunu bilememe durumu değil, doğrudan olmadığı kanısına varmaya bizleri götürür. Zaten Zeki Demirkubuz da, tıpkı Musa gibi, söyleşilerinde inançsız olduğunu birkaç kere dile getirmiştir.
Filmin Son Sahnesi ve Sonuç
Ve son sahne, Musa yıllar sonra eve döner, zili çalar, kapıyı karısı açar, bir süre anlamsızca bakışırlar, daha sonra Musa içeri geçer ayakkabılarını çıkarır, odaya doğru ilerler, eskiden hep yaptığı gibi televizyonun karşısına oturur, karısı aç olup olmadığını sorar, hayır der ancak bir sütlü kahve ister (tıpkı Yabancı romanında Meursault’un annesinin tabutunun önünde içtiği gibi), annesiyle yaşadığı günlerdeki gibi bir rutinlik hakimdir eve. Bu arada Musa’nın gözü evde kendi halinde oynayan çocuğa takılır, anlamsızca bakar, çok üzerinde durmadan televizyona yönelir, bu arada karısı sütlü kahveyi getirmiş ve yanına oturmuştur, her şey olağan, kaygısızdır. Televizyon, onu izleyen iki kişi, kendi başına oynayan çocuk bunlar aslında sıradanlığı ve onca yaşanan karşısında Musa’nın tepkisizliğini imgelemektedir. İkisi de öylecene televizyona bakmaktadırlar ve de Musa, sadece eşi Sinem’in bacaklarına doğru bir bakar. Filmin önceki sahnelerinden birinde sinemaya giden tepkisiz Musa ve de Sinem’i hatırlayalım. Musa’nın film sırasında Sinem’in bacaklarına elleştiğini anımsayacağız. Ve de filmdeki son görüntümüz, Musa ile Sinem’in öylecene televizyon seyretmeleridir. Ancak filmin sonlanışı, Musa’nın kendi ağzından gecenin geri kalanının anlatılmasıyla sonlanır: “Sonra yatıp seviştik, sabaha karşı uyanıp kalktım, pencereyi açıp sokağı seyrettim, uzun zaman sonra annemi hatırladım, o gece ölmeden neler düşünmüştü acaba, içimde bir şeyler kıpırdadı, dinledim ama ruhum hala bomboştu” Musa, yıllar sonra annesini hatırlamış, hatta içi bile kıpırdamıştır, ancak onun için yaşamın anlamı halen boşluk ve hiçliktir, yaşamında arzuladığı tek şeyin ise karısının bacakları olduğunu da tekrar anımsarken, biz seyirciler de Musa için kapanmayan kapının zaten kapalı olduğunu, filmin en başındaki gibi tekrar görmüş olmakla birlikte, tıpkı Demirkubuz’un bir söyleşisinde vurguladığı gibi umudun en büyük kötülük olduğunu, çünkü sadece işkenceyi uzattığını da bu filmden kavrayabiliriz (Zeki Demirkubuz, kapıları bir metafor olarak kullanmaz, hatta metafor kullanmayı sevmez, bunu da sıklıkla söyleşilerinde vurgulamıştır). İşte bu yüzden Musa, durağandır, fakat kendisidir. Ve de kendisi olmayı başarabilen tek insan olduğu için de, toplumun üzerindedir (Nietzschevari bir üst insan tanımı ise buraya tam uygun bir tanım değil).
Kısacası Demirkubuz, yazımın içerisinde de sıklıkla vurguladığım üzere, Yazgı filminde Sartre’ın dediği gibi “iradesi ve bilinci olan bireyin, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış” olduğunu bizlere anlatarak hayatın ne kadar anlamsız olduğunu, varoluş sebebimizin saçma olduğu düşüncesini tıpkı Albert Camus’nun absürdizm felsefesini oluşturduğu gibi bakmakla beraber, bunun da ötesinde bireyin varoluşuna Kafkavari bir bürokratik yapı içerisinden bakmakla beraber, absürdizm felsefesinin dışında olarak ise, yani Camus gibi (veya Voltaire’in Candide’indeki gibi) umutlu, optimist olmayı değil, bireyin kötülüğü tanıyarak, anlayıp anlamlandırarak iyiye ulaşması gerektiğini, iyinin bu şekilde değeri olduğunu bizlere aktarırken, Sartre gibi hiçliğin varlığın delili olduğunu anlatmak amacıyla Yabancı romanını uyarlamaya karar vermiş, bu bahsettiklerim çerçevesinde Meursault karakterinin ötesinde tıpkı Ivan Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ındaki Bazarov karakteri gibi bir karakter yaratmayı düşünerek Musa karakterini yaratmış, ve de bir romanı uyarlamanın ötesine geçmeyi çok iyi başarmıştır.