<b>Sisler Evi</b> Hollywood
Yazar: Bige AkdenizSislerin dağılması için gerçekten çok uğraşıyor Hollywood'daki bazı senaristler ve prodüktörler... Sisler Evi'nin yapımcıları, Amerika ile Ortadoğu (İslami Ortadoğu) geriliminin bir duygusal gerilim filmine ne derece iyi bir malzeme çıkaracağını ve hatta bu filmin kafamızdaki sisleri dağıtmakta ufakta olsa bir misyon yükleneceğini düşünmekte pek zorlandıklarını sanmıyorum. Filmden anlaşılıyor ki sorguladıkları insan dramı üzerine sahip oldukları gerçek dağarcığı oldukça dar ve naif. Ama bu önemli değil... Önemli olan büyülü sinema mekanizmalarının ne derece iyi işlediği. Biraz estetik, çirkin gerilimleri bir anda güzelleştirebiliyor, kanayan içsel yaraları dindirebiliyor. Naif bir bakış açısı, hatta oldukça iyi niyetli... Peki neyi güzelleştirmeyi bilmek mi daha önemli, yoksa nasıl güzelleştirmeyi bilmek mi?
Filmdeki tüm gerilimin bu noktaya nasıl geldiğini merak ediyorsanız, çok uzaklara bakmanız gerekmeyecek. Türkiye'de bizi çileden çıkartan bürokratik hataların film adına gerçekleşeni, bir Amerikalı kadın Kathy ile bir İran kökenli Amerikan göçmeni Massoud Behrani'yi, bir ev meselesi altında karşı karşıya getiriyor. Gerçektende çileden çıkartıcı bir durum iki taraf adına, özellikle her ikisi adına da ölüm kalım meselesini temsil ediyorsa bu ev...
Buraya kadar gerilimi taze taze besleyen oldukça fazla trajik durum var, hatta bir çoğu rastlantısal, basit durumlara dayanıyor; doğal, hayatın içinden gibi. En önemlisi her iki karakterin kendilerine has kişiler yapan tüm özelliklerin filmde bir bir serildiğini görünce daha da hoş bir tablo çıkıyor ortaya. Kadın depresyonda, herşeyini kaybettiğini düşünüyor ve çaresiz, ama herhalde kültürel bir irade olmalı, kendisini ard arda oluşan hatalara teslim edip, kaderine yenik düşmek yerine, o kader durumunu onun lehine değiştirmek istemeyen bir kişiye karşı kafa tutmayı yeğliyor.
Massoud ise asker geçmişi mi, doğulu karakteristikleri mi bilinmez, kendi gururunu yeninden kazanma yolunda gözü ailesi dahil kimseyi görmüyor. İkisi de inatçı, ikisi de cesur, ama gözden kaçamayacak bir farkları var, birisi has mı has bir Amerikalı, diğeri ise sonradan Amerikanlaştırılmaya çalışılsa da mobilyasından, çay içme şekline, kurduğu eski İran hayallerinden, oğlu ile yaptığı konuşmalara kadar bir İranlı.
Tabi ki her ikisinin farklı yaklaşımları olacak, tabi ki her ikisi birbirini anlamakta zorlanacak, tabi ki bunun sonunu herkes merak edecek. Film bu iki karakterin gerçekliklerini ve gerçek bir karakter çatışmasını özellikle Ben Kingsley'in ve Jennifer Connely'nin iyi oyunculukları ile ortaya bizim için güzel bir gerilim pastası gibi sergilerken, birden bire bu pastayı yüzümüze gözümüze bulamaya başlıyor. Bu da pasta ile yetinmeyip, kendi adına büyük söylemler yakalamaya çalışan Hollywood filmlerinin dramı.
Kendi malzemesinden oldukça tadına doyulmayacak bir film yapabilecek iken, söylem ihtişamının kurbanı oluveriyor. Evet, film basit rastlantıların etrafında birleşen farklı kökenli insanların çatışması ile yetinemiyor, film olayı Amerikalı Ortadoğulu çatışmasına çekme arzusuna giriveriyor. Arzusu büyük gerçeklere, büyük söylemlere ulaşmak için coşmaya başlıyor. Coştukça klişelişiyor, kendi geriliminden çalıveriyor. "Bak İranlı aile aslında ne kadar misafirperver, kadın banyosunu bile kullandırtıyor Amerikalı kadına. Ah ah, meğersem Ortadoğulu'lar ne kadar iyiymiş, onlardan korkup niye Bush'a oy verelim ki?
Ama bak aslında Amerikalı kadın da bunu anlamaya başladı, Amerikan vatandaşı olmuş, ama hala 'yabancı' olan insanlara evini bırakabilir, hatta en kültür özürlü ırkçı erkek arkadaşı bile sonunda Arapça isimleri telaffuz etmeyi biraz sabır ile öğrenebilir." Bizim filmimizin ne önemi var, mühim olan bir filmde Ortadoğulu'lar ile Amerikalılar nasıl barış içinde yaşayabilir dersi... Hatta mühim olan müslümanları güzelce tanıtalım, nasıl yanlış anlamalara kurban gittiklerini yansıtalım. Üstelik tüm bunları bir Yunan trajedyası havasında sunalım ki, izleyici tam kalbinden vurulsun, ağıtlar yaksın bu iki insanın başlarına gelenlere. İki ana karakterin kendi hayatlarının doğallığı içindeki trajik unsurları trajedyaya dönüştürme çabasının kendisi de kanımca bu filmin kaçamadığı narsisistik bir hata. Pastayı cilalamanın bir diğer çabası.
İşte böylesine büyük bir söylem içinde, yönetmenin filminde gerek kurgusu ile gerekse oyuncu ve sanat yönetmenliği ile yarattığı tüm güzellikler silineveriyor. Geriye yine çiğ yanılsamaların samimiyetsizliği, ve Hollywood sinemasının kendi sosyal gerçeklerini bir yandan ele alma saplantısının altındaki duygusuz yeller kalıyor geriye. Michael Moore 'kendimizi ve yaptıklarımızı' tanıyalım belgeselleri çekedursun, Amerika'nın doğusunda (bizi Ortadoğulu'dan saymıyorlar artık) olan bizler için hala, kurguladıkları dünyalardan bize yeni gerçekler üretme şansını veren filmler yerine, bir kulağımızdan girip diğerinden çıkıverenler üretiliyor. Büyük söylemler ise küçük bir değişiklik bile yaratamıyorlar.