Bir BelaTarr filmi.
Pencerenin kenarında, boş boş dışarı bakıyorum. Nice seneler, orada oturdum, bir şeyler bana hep sonraki anda delireceğimi söyledi. Ama öyle olmadı üstelik delirmekten korkmuyorum. Delilik korkusu bir şeyle sadık kalma anlamına gelebilir. Henüz bir şeye bağlı değilim. Her şeyin bana sadık olmasına rağmen, sadık olduğum bir şey yok. Onlara bakmamı istiyorlar. Nesnelerin, olguların çaresizliğine, penceremin dışındaki pis köpeğin kurşunî gökyüzünün altında, delicesine yağan yağmurda su içişine bakmamı istiyorlar. Acıklı çabalarını izlememi istiyorlar. Herkes, mezara girmeden önce konuşmaya çalışıyor. Zaten düştüler, konuşacak zaman kalmadı. Beni delirtmek için nesnelerin bu geri dönülmezliğini istiyorlar. Ama bir sonraki anda ise delirmemi istiyorlar. (filmden
Mahşer günündeki bekleyişi andıran, tüm duygulardan arınmış yüzler. Toplu bir ayin gibi, acıklı notalarla bütünleşmişler. Büyülü bir an gibi ama kimse farkında değil. Aslında herkes farkında. Konuşmanın gereksiz olduğu anlardan. Sessizliğin, suskunluğun kutsandığı, melekler tarafından duygulanıldığı anlardan. Ama bir keder dalgası vurmuş çok önceleri, bu yüzlere. Bir tortu bırakmış gitmiş; kapanmayan bir yara. Aynı anda, aynı hüzünlü müzikle beklemek, o duruş. Zamana mütevazi bir meydan okuyuş. 'Elinden geleni yap' der gibi. Bunun için hiç korkmadan, olsun diye, olmasın diye boyun eğmeden dik bir duruş.
Bir tane bile kesmenin olmadığı plan-sekanslar. Her biri bir film. Her sekans binlerce anlam yüklü. Kessen dağılacak ortalığa, patlayan hayati bir iç organ gibi. Bir cinayete teşebbüs gibi. Siyah-beyazın kudreti, kalıcılığı, sadeliği ve diğer renklerin gereksizliğini, neşenin, coşkunun, eğlencenin gereksizliğini vurgular gibi. Siyah-beyaz, iyi-kötü; arası her şeyi içine alan yutan bir uçurum.
Canlanıverecekmiş gibi, insana dönüşecekmiş gibi, bunun için azıcık bir çabanın daha yeterli olduğu apaçık görülüyormuş gibi hareket eden nesneler. Kıpırdayamayanı kıpırdayabilir yapan, bunu hem sağlayan, hem gösteren yaralı bir sürüngen gibi ağır ağır hareket eden kamera. Dinmeyen yağmur. Hafif bir gerçek-dışılık, film-dışılık sızmakta, bir ışık hüzmesi gibi sinema salonunun karanlığına. Bizi ısıtan, farkındalık yaratan, o an hayattan tüm kopuşumuzun tehlikesini sezmiş gibi, gelip bizi ayıltan bir sızıntı.
Bir kadının saçını okşar gibi, tenine dokunur gibi, sonsuza dek sürecek bir huzur beklentisi, film boyunca doyurulur durur. Yerlerde tüm zamana yayılmış huzur birikintisi. Siz üstüne bastıkça daha fazlasını ister. Filmin de istediği budur. Tamamen birikintiye bulanman, filmin içine girmenle eşdeğerdir. Sonsuz, huzurlu bir uyku seni bekler; filmin her sonlanışında yeniden başlamasıyla.
Ömer Kavur'un göl filmindeki Ferda Ferdağ'ı hatırlatan, çok görmüş, yaşamış vestiyer kadın bütün olacakları bilir ama yine de bir kutsal kitap gibi uyarılarını yapar. Kederli bir gülümseyiş, kabulleniş, her şeyin olacağına varacağını bilmenin tuhaf, ağır huzursuzluğu, küçük bir bozguncu gibi, kadının erdemli duruşuna sızmaya çalışır durmadan. Biraz da bu mücadeleden galip çıkmaktır kadını yoran ve olgunlaştıran.