<b>Muhteşem Kahramanlar</b> Bir Filmi Kurtarabilir mi?
Yazar: Orkan ŞancıMuhteşem Kahramanlar (The League of Extraordinary Gentlemen), öncelikle kötü bir fikir. Alan Moore ve Kevin O’Neill gibi ünlü çizgiromancıların yarattığı bu maceranın peliküle aktarılması fikrinden söz ediyorum. Birçok kahramanın biraraya gelip ortak bir düşmana karşı savaşmasını, geleneksel iyi-kötü çatışmasını yavanlaştırması ve çoğunlukla zayıf bir metne sahip olmasından dolayı hiç bir zaman sevmedim. Çizgiroman serileri de dahil.
Bir filmi, ele aldığı fikirler, senaryosu, teknik yeterliliği, oyunculukları ve daha bir türlü unsuruyla değerlendirmek mümkün. Ancak bir filmi tartışmasız kötü yapan, vaat ettiğini yerine getirmemesidir. LXG eğlenceli bir macera vaat ediyor ama vaadini unutmuş görünüyor.
Başlarda, bir zamanların James Bond’u ve Kaya’nın çok sevdiğim emekli ajanı Sean Connery’nin böyle bir projede yer alması, insanın kafasında ister istemez soru işareti oluşturmuştu. Yönetmen de, sinemada bullet-time’ı Matrix filmlerinden bile önce (Blade) kullanmış olan yönetmen Stephen Norrington’dı. Özel efekt uzmanlığından gelme Norrington’ın ne yapıp edip estetize sahnelerle keyifli bir film çekme olasılığı var gibi görünüyordu. Sonuç ise üzücü. Sorunlu çekim sürecini yakından takip edenler, bu sonuca şaşırmadılar elbette.
80 milyon dolarlık film, Kuzey Amerika gişelerinde iki seksen yattığı gibi Venedik Film Festivali’nde son anda gösterimden çekilerek, Avrupa izleyicisinin karşısına erken çıkartılması engellendi. Kötü bir fikre hayat vermek isteyen çekim ekibinin şansı da yaver gitmedi açıkçası. Çekimlerin merkezi Prag’ın, yüzyılın sel felaketini yaşaması ve bazı setlerin Malta’ya taşınması, artan gerginlikler ve hatta Connery-Norrington arasındaki sert atışmalar, moralleri büsbütün bozdu. Çekimlerin, Norrington’ın formda olmadığı bir döneme denk geldiği ve yönetmenin post-prodüksiyona moralsiz başladığı da ortada. Çünkü aksayan çok nokta var.
Allan Quatermain karakterini, King Solomon’s Mines (Hz. Süleyman’ın Hazineleri) filmlerinden hatırlıyoruz. Afrika’nın vahşi ormanlarında hazine arayan bu beyaz adamı 1937 yılında Cedric Hardwicke, 1950 yılında Steward Granger, 1985’te ise Richard Chamberlain oynamıştı. Yeni Indiana Jones filmine hazırlanan Sean Connory için bu rol, antrenman yapmak için bulunmaz bir fırsat demekti. Ancak yaşlı kurdun, yeni dişleri nedeniyle rahatsız edici derecede 'tışşş'ladığını, hatta filmdeki karakterlerden Mina Harker’ın yer aldığı taklit sahnesiyle alay konusu bile edildiğini üzülerek belirtmek gerek. Metnin içine yerleştirilmiş İngiliz esprileri de fazla gıdıklamıyor. İngiliz komedisi deyince şu sıralar favorimiz tabii ki The Coupling.
Paranın büyük bölümünün harcandığı özel efektlerin de başarılı olduğunu söylemek zor. Dev denizaltı Nautilus da dahil! Jules Verne’in Kaptan Nemo’sunu ilk defa bir Hintli’ye oynatmak ve denizaltıyı da Hint figürleriyle donatmak iyi fikir gibi görünse de denizaltı içindeki ve güvertesindeki sahneler çok zayıf kalıyor. Güvertedeyken kendimizi, kullanılmayan eski bir tersanede gibi hissediyoruz (ki öyle). Denizaltı içinde karakterler birbirleriyle etkileşirken, yeterince döşenmeyen dekorlar yüzünden mekandan soyutlanmaları da bir başka örnek..
Kaldı ki, filmdeki aksiyon örgüsü de zayıf. Günümüzün aksiyon filmlerinde, izleyicinin zekasını zorlayan olay örgülerine sık sık rastlanırken, asıl gayesi macera olan bir filmde bu nokta fena halde atlanmış. Örneğin, hedefteki kötü adam Fantom, vaktinden evvel kahramanlarımızın karşısına dikiliyor ve onlara 'gelin canlar birlik olalım, dünyayı birlikte fethedelim' diyor. Tabii mert kahramanlarımız bu teklifi geri çeviriyor. Buradaki çatışmada Fantom’un bir anda tek başına kalması -Venedik’te de aynı şey oluyor gerçi- 'yahu Dünya’ya meydan okuyan bu adamı kimse korumuyor mu?' diye sorduruyor. Dahası, Fantom tek başına pencereden atlayıp kaçıyor ve kahramanlarımız arkasından gitme zahmetine bile katlanmıyor. Kulaklarımız 'boşverin nasıl olsa Venedik’te karşılacağız' repliğini arıyor. Sonraları, Fantom’un maskesinin altından sürpriz bir isim çıkıveriyor ve herhalde, bu gelişme üzerine şok olmamız ve filmin sonrasını merakla beklememiz isteniyor!
Filmle ilgili artılara gelince, fazla yok. İrlandalı oyuncu Stuart Townsend’in Dorian Gray yorumu gerçekten övgüye değer. Deep Rising’in ürkek Mulligan’ı, Snatch’in Darren’i Jason Flemyng de Dr. Jekyll/Mr Hyde rollerinde, akılda kalıcı bir performans sunuyor. Ancak bu iki iyi performans dışında filmle ilgili olumlu bir ifade kullanmak çok zor. Görülmemesi, kaçırılması gereken bir film!