ÇEKİLDİĞİ YILA GÖRE TEK KELİME İLE BİR BAŞYAPIT
İnsanın kendinden çok daha yüce olan tabiatla çatışması ilelebet sürecek… Jack Arnold’un bir an evvel daha geniş kitlelerce keşfedilmesi gereken ‘mütevazı’ başyapıtı, bu olağan savaş halinin farkında. ‘Kendi Kendine Küçülen Adam’ aslında hiçbir zaman büyümemiş olan zavallı insan ırkına yakılan bir ağıt.
Franz Kafka, edebiyatın varoluşla ilgili dertlerini kendi cephesinden inşa eden Dönüşüm romanını şu cümleyle açar: “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu”. ‘Dev bir böceğe’ dönüşen Gregor Samsa’nın kendisi midir yoksa etrafında katmerlenerek üzerine gelen toplum mu? Kafka’nın kendisini de gizliden gizliye özneleştirerek peşine düştüğü soru aşağı yukarı budur. Jack Arnold’un bir ‘böceğe’ dönüşen sıradan insanı bir kez daha dönüştürme çabası ise en azından ilk aşamada meramını Kafka’nınki ‘manevileştirmenin’ derdinde değil. Bu kez karşımızda mevzusunu elden geldiğince bilimsel bir biçimde ele almak isteyen ve tümevarımını maddi formüller üzerinden kuran bir metin var.
Kendi Kendine Küçülen Adam’ın ‘adam’ı Scott Carey, çıktığı tatil esnasında, denizin ortasındaki hiçliğin lezzetini yudumlarken aniden beliren bir sis kitlesinin orta yerinde buluyor kendisini… Başına gelen bu tuhaf olayı pek fazla önemsemiyor ve hayatına devam ediyor. Bir süre sonra ise pantolonlarının ve gömleklerinin içine giremediğini, çok hızlı bir şekilde kilo kaybettiğini ve boyunun da her an biraz daha ufaldığını fark ediyor. Tıp kitaplarında tanımlı olmayan bir ‘hastalığa’ yakalanan, dönüşen gen yapısıyla dakikadan dakikaya biraz daha küçülen ve bilim insanlarından gelecek bir mucizeye muhtaç kalan Scott Carey, bir insanın mutlak suretle ihtiyaç duyduğu ‘normalliği’ günden güne yitiriyor.
the incredible
Jack Arnold’un filmi ortadan ikiye bölerek iki farklı iskelet üzerine inşa ettiğini söylememizde hiçbir sakınca yok. Kendi Kendine Küçülen Adam’ın birinci bölümü, ‘küçülme’ sendromunun teşhisini ve Scott Carey’nin durum karşısında çaresizleşmesini ele alıyor. Carey’nin sosyal hayatı büyük bir hızla dönüşüyor. Scott’ın bu bölümde geliştirdiği insani kompleksler, artık diğerleri gibi olamayacağı düşüncesinin getirdiği hezeyanlar tarafından besleniyor ve Scott, malum ‘inkâr’, ‘öfke’, ‘pazarlık’ ‘depresyon’ ve ‘kabullenme’ evrelerinin ilk dördünü hızlı bir şekilde yaşıyor. Kendi evi içerisinde kendisi için özel olarak satın alınan ‘Barbie evi’nin içinde yaşamaya başladığında ise filmin ilk görevi tamamlanıyor. Scott, umut etmeyi bırakıyor.
Scott’un ‘hayat içinde hayatı’ sürerken, tuhaf bir vakayı ele alan “Kendi Kendine Küçülen Adam” ani bir manevrayla bir ‘hayatta kalma hikayesi’ne evrilmeyi seçiyor. Hem filmin kendisini hem de filmin lezzetini başkalaştıran süreç de tam olarak bu. Scott, evdeki kedinin kendi küçük evine saldırması nedeniyle küçülen adam ritüellerinden kopartılıyor. Peşindeki, kendine göre dev kediden kaçarak canını kurtarmaya çalışıyor. Çetin bir av-avcı mücadelesinin ve ‘Tom ve Jerry’nin tensel olarak birkaç kat sertleştirilmiş halini andıran bu sekansın ardından Scott, filmin geri kalanında refakat edeceği yere, evinin bodrumuna kaza eseri kavuşuyor. Artık kendisi için yepyeni ve dev bir ekosistem olan bu çevrede elbette ki keşfedilecek çok fazla şey ve sakınılacak çok fazla tehlike var.
Doğaya büsbütün hâkim olamayacağını fark eden insanın en azından kendi çevresindeki doğaya hâkim olma yönelimi, bu sürecin ardından “Kendi Kendine Küçülen Adam”ın asıl derdi haline geliyor. Koskocaman kibrit kutuları, küçük bir canlı için ölümcül sonuçlar vadeden ‘devasa’ çiviler, bir insanı ıslatma ihtimali olmayan, ancak bir karınca için ‘engin’ duran su birikintileri… Jack Arnold bir anda insan algısının ölçeğini büyüterek içinde yaşadığımız dünyayı daha fazla ciddiye almamızı sağlıyor. Bu dünya, güçlü olanın ayakta kaldığı, güçsüz olanın ise elenerek yitip gittiği vahşi bir arena aslında… Aniden bu arenadaki rakipleri kadar avantajsız hale gelen Scott’ın bir örümcekle verdiği çetin mücadele de bundan işte. Zira ‘buraların’ efendisi gibi yaşayan insanın yeri gelince boyunun ölçüsünü alması gerekiyor. Medenileşen ve bununla gurur duyan insan, beklenmedik olaylar doğrultusunda, tüm ehliliğini yitirerek ötelediği vahşilerden birisi haline gelebiliyor; doğasında bu yatıyor. Charles Darwin’in evrimsel tabanlı doğal seçilim kuramı Jack Arnold’un filminde somutlanıyor ve insan, bedenine sığınamaz hale gelince ‘güçlü’ kalarak hayatını muhafaza etmeye çabalıyor.
“Kendi Kendine Küçülen Adam”, başkarakterine sunduğu ‘yeni’ hayatla ‘karamsar’ bir söylem tutturuyor tutturmasına… Lakin bu durum sadece filmin iyi niyetli dileklerini bir nebze gizlemek ve önemli kılmak için. Jack Arnold, ‘küçümsenen’ ve üzerine asfalt dökülen dünyanın gizli bahçelerini güzelliyor ve insanın da bu büyük ve parıltılı ailenin sıradan bir üyesi olduğunu portreliyor. Bu farklı ve elbette ki darwinist bakış açısı dönemine göre –hatta günümüz sineması için bile- fazlasıyla tabu yıkıcı ve taze. Ansızın bir insan olma kibrinin bu kadar hızlı ve nitelikli bir şekilde yitirilebildiğini görmek –hem de bu kadar saf ve benzersiz bir sinemayla- çok özel bir his. Filmin finaline gizlenmiş ‘tanrıya şükür darwinistim’ tavrı ise sadece 1957 yılının gerici pratiğine, Stanley Kramer’in “Rüzgârın “Mirası”na (‘Inherit the Wind/1960)’ ve dönemin beklentilerine yorulabilir.