Hesabım
    Mahrem Şeyler
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Mahrem Şeyler

    Mahremiyetin Esrarı Çözülebilir mi?

    Yazar: Bige Akdeniz

    Günümüz Fransız sineması bazılarımıza, o her türlü tabunun yıkıldığı, aşırı uçların zorlandığı filmlerden sonra duyulan mide bulantısını hatırlatır. Bazılarımız da Fransız sinemasının öncü bir sinema olduğunu düşünür; görüş açılarımızı değiştirme çabasından ve de sinemayı entellektüel kaygıların bir dili haline getirme arayışından dolayı. Belki de bu durum, Yeni Dalga yönetmenlerinin sinemadaki öncülüğünü devam ettirme sorumluluğu da olabilir.

    Bundan seneler önce Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Fransız yönetmen Bruno Dumont’un La Vie de Jesus (İsa’nın Hayatı) adlı filmini izleyip salondan ayrılanlar hissettikleri fiziksel rahatsızlıkları saklayamıyorlardı. Öte yandan Fransa’nın küçük kasaba insanlarının hayatına olabildiğince yalın ve gerçekçi bir anlatımla yaklaşarak, Dumont kendisinden sonra gelen yönetmenler için model alınabilecek bir estetik anlayışını Avrupa sinemasına kazandırıyordu. Hatta her konuşmasında İstanbul Film Festivali’nde izlediği filmlerin onun için bir okul işlevi gördüğünü dile getiren Nuri Bilge Ceylan’ın da bu tür bir sinema dilinden etkilendiği iddia edilebilir.

    Bu haftanın Fransız filmi Mahrem Şeyler ise alt sınıftan gelen, toplumda kadın olma durumları ile mutsuz olan iki kadının sistemin tabulaştırdığı değerleri ve görüşleri alt etme adına oynadıkları oyunu anlatıyor. Yine bu ay vizyona giren Takashi Miike’nin Ölüm Provası filmindeki kadın karakterin yaptığı gibi, Mahrem Şey’lerin Fransız ’femme fatale’ları Sandrine ve Nathalie de sistemi yenmek için kadınlardan beklenilen rolleri giyinmeyi tercih ediyorlar. Oyunun tek amacı başkalarınca belirlenmiş kaderlerini değiştirmek. Oyunu kaybetmenin tek yolu ise aşık olmak.

    Oyuna başlamadan önce kendi zırhlarını kuşanmayı ihmal etmiyorlar. Toplumun kadınlar üzerindeki gücünün mahremiyet kavramının dayatılması ile eşdeğer gören film, kadınların böyle bir oyuna mahremiyetten kurtularak hazırlanabileceğini daha filmin başında öngörüyor. Mahremiyetin kazanıldığı noktanın bakılma eyleminden korkmanın, kısacası utanç duygusundan geçtiğini anlayan kadınlar, utanmaz olmanın büyük bir güç olduğunu bilerek harekete geçiyorlar. Nasıl utanılmayacağını Nathalie Sandrine’e şu şekilde öğretiyor: kendi cinsel gücünü, hatta kendine zevk vermenin gücünü keşfet ve bunu istediğin her yerde uygula. Filmin bu noktada yapamadığı şey ise kadın olmanın kendisi ile cinsel özgürlük arasında bağlantı kurmak. İki kadının yaptıkları doğal olanın dışında bir oyun olarak sunulmuş ne yazık ki.

    Sandrine ve Nathalie’nin toplumda hedefledikleri konum ise bize 80’lerin Türk filmlerinden oldukça tanıdık gelen bir senaryo: bir holdingte sekreter konumundan, olabilecek en üst konuma yükselmek; yani holding patronunun oğlunu elde etmek. Türk filmlerinde kadının güzelliği, masumiyeti ve de içinde bulunduğu kötü durum patronu baştan çıkarırken, bu filmdeki kadınların işi patrona bırakmak gibi bir niyetleri yok.

    Mahrem Şeyler’i 2002’nin en iyi on filminden birisi olarak seçen Cahiers Du Cinema dergisinin kararından etkilenmemek oldukça zor. Filmin kadınlarının ve de alt sınıfın durumu üzerinden oldukça öncü ve farklı bir anlatım yakalama çabasında olduğu aşikar. Buna hizmet edebilecek oldukça da fazla öge var filmde: çok iyi bir görüntü yönetmenliği, kurgunun akıcılığı ve özellikle iki aktrisin başarılı performansları. Ama sanırım tek eksik durum yönetmenin bunları farklı bir şekilde kullanıp, bizi sarsacak bir film yapmakta yeterli olamaması.

    Jean-Claude Brisseau, kadınların heyecanlı misyonunu destekleyeci bir anlatım oluşturamamış. Başlangıç sahnesinin ilginç gerçeküstü mizanseni içinde başlayan film, final sahnesine kadar bu havayı tutturamadığından adeta kendi kendisini baltalıyor. Bu iki kadının toplum içinde oldukça alt bir seviyede olan, ama bir yandan imkansızı gerçekleştirmek isteyen savaşçılar olduklarının altı Fransız sinemasının kalıplaşmış, entelektüel ve sansasyonel kaygılar taşıyan anlatısının dışında çizilebilseydi, izleyicinin de bakış açısını değiştirebilen bir film ortaya çıkabilirdi.

    İlk sahnede tuhaf ama etkileyici bir kareografinin sonunda mastürbasyon yapan ve adeta bir Amazon kadınına dönüşen Nathalie, filmin ilerleyen sahnelerinde karakter olarak oldukça arka plana atılıyor. Gerçeküstü ve mistik havayı filmin başında yakaladıktan sonra filmin sonuna kadar herhangi bir müdahelede bulunmayan yönetmen, filmin final sahnesinde bu havayı geri kazanmaya çalıştığından, bu sahnede istenilen etkiyi bırakmıyor.

    Kendi kuralları ile bu oyunun üstesinden gelebileceklerini öngören

    bu iki kadının, oyun sırasında, toplumun ötesinde, bilinmeyen ve başedilmesi imkansız güçlerin varolabileceği gerçeği ile karşılaşmaları, akla hemen Stanley Kubrick’in Gözü Tamamen Kapalı filmini getiriyor. Kubrick bu türden bir gerçeğin duyusunu tüm filme yayabilmeyi başarmıştı. Brisseau ise bunu yapmanın birkaç sahnedeki müdahelesi ve bir ölüm meleği temsilinin filmde arada bir gözükmesi ile gerçekleşebileceği yanılgısına düşmüş. Mistik havayı sadece cinsel ilişki sahneleri ile bile yakalayabilirdi. Ancak bu sahneler de birçok Fransız filminde görmeye alışık olduğumuz sınırsızlıkta ve gerçeklikte tasarlanmış. Bu tasarımın kadınlar için özgürleştirici olduğu düşünebilir, ama izleyicinin pornonun yumuşutalmış halini andıran bu sahnelere, bu şekilde bakabilmesini beklemek neredeyse imkansız.

    Brisseau’nun Fransa ve dünya sineması adına yeni bir yol açtığı söylenemez. Bunun kolay bir iş olmadığı kesin, ama böylesine iddialı bir konuyu sergileyen film ister istemez bu beklentiyi yaratıyor. Öncü olma çabası ile iyi bir film ortaya çıkarma arasındaki denge çok hassas. Bu dengeyi sorgulatan bir film olması açısından da kesinlikle seyredilmeye değer.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top