Hesabım
    Halkımız Avanta Peşinde
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Halkımız Avanta Peşinde

    Halkımız Avanta Peşinde

    Yazar: Özgür Şeyben

    Franco'nun 1975'e kadar süren dikta rejimi sırasında en zor dönemini yaşayan İspanyol Sineması, en iyi yapıtlarını da bu dönemde üreterek ilginç bir tezat sergiliyordu. İspanyol ressam Salvador Dali'nin isminde simgeleşen ve plastik sanatların her alanında yoğun biçimde kabul gören "Sürrealizm" akımının sinemadaki öncüsü olan Luis Bunuel, bütün filmlerini Franco'nun iktidarda olduğu zaman diliminde gerçekleştirmişti. Kaderin tuhaf bir cilvesi olarak Bunuel film çekmeyi bıraktığında Franco da iktidarı bırakmış ve tarihin kanlı sayfalarına bir daha anılmamak üzere gömülmüştür. Benzer biçimde İspanyol Sineması'nın diğer önemli ustası Carlos Saura da önemli yapıtlarını Franco rejiminin hakimiyeti sırasında ortaya koymuştur. Bunuel'in gerçeküstücülüğünün aksine Saura, "Toplumsal Gerçekçi" tarzıyla, (Llanto por un bandido - Haydutlar, 1964), (Peppermint Frappé - Nane Likörü,1967), (El Jardín de las delicias - Zevkler Bahçesi, 1970) , (Ana y los lobos - Ana ve Kurtlar,1973), (Cría cuervos - Besle kargayı,1976) gibi filmlere imza atmış ve bu yapıtlarda Franco İspanyası'nın mikro ölçekli birer maketini kurmayı amaşlamıştır. Bütün bu filmlerde, tabiri caizse bir yemek masası etrafında toplanan insanları anlatan Saura, İspanya'nın sosyopolitik durumunu en küçük toplumsal birim olan aile çerçevesinde sorgulamaya girişmiştir. Tümüyle provokatif bir yaklaşımla orduyu-aileyi-kiliseyi sorgulayan, yerden yere vuran ve üzerlerindeki sır perdesini aralamaya çalışan Saura, bizlere kapalı kapılar ardındaki Franco İspanyası'nın bütün çirkinliğini yansıtmayı amaçlar. Bu çabanın en olgunlaşmış ve en uç haline 1973 yapımı "Ana y los lobos - Ana ve Kurtlar" da tanık oluruz. Saura'nın vazgeçilmez oyuncusu ve eşi Geraldine Chaplin'in canlandırdığı Ana karakteri, çocuk bakıcılığı için girdiği bir ailenin üç oğlunun türlü eziyetlerine maruz kalırken, seyirci de bu oğulların simgelediği kilise,ordu, futbol gibi alt anlamlara başarıyla yönelmektedir.

    Peki, totalitarizmin en katı biçimde hüküm sürdüğü, her köşe başında insanların boğazlandığı, kilisenin bütün yapılanlara göz yumduğu, futbolla yatılıp futbolla kalkılan (tıpkı bugün başka yerlerde olduğu gibi) bir ülkede nasıl oluyor da sinema sanatı en seçkin ürünlerini verebiliyordu? Bunun soruyu, Nisan ayında film festivalinin konuğu olarak Türkiye'ye gelen Carlos Saura en güzel biçimde yanıtladı:

    "Sanırım İspanyol Sineması Franco'ya çok şey borçlu. O dönemde film yaparken en büyük sorunumuz sansürdü. Bir film, senaryo aşamasından montajına kadar her adımda takip ediliyor ve tekrar tekrar sansüre tabi tutuluyordu. Bu durumdan sıyrılmak için metaforik anlatımlar geliştirme zorunluluğumuz doğdu. Artık perdede gördüğünüz hiçbir şey, orada üst anlamıyla bulunmuyordu, her imgenin altında İspanya'nın acıları saklıydı. Bir keresinde senaryomun sansür denetlemesi sırasında bir yerin makaslanmasına itiraz ettiğim için karşımdaki görevlinin silahını çıkarıp masaya bıraktığını ve gözlerime bakıp dediğini yapmamı istediğini hatırlıyorum."

    Ancak Franco'nun son dönemlerinde hafifleyen sansür, onun gidişinden sonra tamamen ortadan kalkınca İspanyol sinemacıları da bir nekahet dönemine giriyorlardı. Zor yıllarda önemli başarılara imza atan yönetmenler, serbestliğe kavuştuktan sonra içlerine kapanıyor ve kişisel arayışlara giriyorlardı. İşte bu dönemde bir başka sembol isim yükselişe geçiyordu: Pedro Almodovar.

    Almodovar'ın sinemasını bir cümleyle özetlemek gerekirse benimkisi "Ödipal-Elektral Sinema" olurdu. Bu kanıya varmak için yönetmenin filmografisinden birkaç film adını telaffuz etmek bile yeterli. ("Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar", "Yüksek Topuklar", "Bağla Beni" , "Çıplak Ten", "Annem Hakkındaki Her Şey" v.s.)

    Almodavar sinemasında Franco sonrası dönemde İspanya'da başlayan yozlaşmanın izleri yoğun biçimde kendini hissettirir. Nasıl ki güçlü bir travmanın sonrasında, travmayı yaşayan insanın karakterinde tamiri mümkün olmayan marazlar baş gösteriyorsa İspanyol sineması da benzeri etkileri vakit katbetmeden dışa vurmaya başlamıştır. Almodovar'ın sorunlu erkekleri ve kadınlarının özünde hiçbir dertleri yoktur. Bunun nedeni de aslında yaşamla olan bağlarının pek de sıkı olmamasından ve marjinalitenin sınırlarında dolaşan amaçsız bireyler olmalarından kaynaklanır. Artık sanatsal yapıtın yaratıcısının herhangi bir mesaj kaygısı yoktur. Serbest hareket alanı kazanmak bir çok İspanyol yönetmende hareketsizlik durumu yaratmıştır. Saura'nın filmlerinde bile eski tarzındandan kopmalar, yoğun biçimde gözlemlenir. Ustanın bu dönemde çektiği "Carmen", "Ay Carmela" gibi filmler geleneksel İspanyol folklorüne geri dönüşü simgelemektedir. Sistemle pek sorunu kalmayan Saura, artık seyirlik filmler yaparak eski yırtıcılığını törpülemeye başlamıştır. İspanyol Sineması'nın yarım yüzyıllık macerası bu biçimde gelişirken 1980'li yıllardan sonra çok sayıda genç yönetmen sahneye çıkmaya başlar. Bu dönemden sonra uluslararası pazarlara açılan İspanyol yönetmen ve oyuncular hem Hollywood'da hem de kendi ülkelerinde eş zamanlı olarak çalışmaya başlarlar. Ama Almodovar'ın şekillendirdiği tarz gücünden hiçbir şey kaybetmez. Artık Amerikalı ve Avrupalılar'ın görmek istediği türden bol şamatalı, kalabalık kadrolu , panayır havasında filmler yapılmaktadır. Sinema giderek turistik bir nesne haline dönüşmektedir.

    Geçtiğimiz hafta gösterime giren "La Comunidad - Halkımız Avanta Peşinde" son dönem İspanyol Sineması'nın yukarıda saydığımız bütün klişelerini içinde barındırmaktadır. Öte yandan Saura'nın ilk dönem filmlerinde nesneleşen "Mikro-İspanya" olgusu da ilginç biçimde bu filmde kendine yer bulur. Adından da anlaşılacağı gibi -La Comunidad/Cemiyet- film dar bir çevredeki insanlar arasında yaşanırken aslında İspanya'nın mevcut durumuna da fakında olarak ya da olmayarak göndermeler yapmaktadır.

    Halkımız Avanta Peşinde' yi incelemeden önce, filmin yönetmeni Igleasia'nın kökeninden ötürü ufak bir parantez açmakta yarar var: İspanya'dan ayrılmak için mücadele veren Bask ülkesinde doğan gençler genellikle üniversite eğitiminden sonra Madrid'e giderek kariyerlerini bu kentte sürdürme yolunu seçiyorlar. Özellikle sinema endüstrisinin merkezi olan Madrid, bu işle uğraşmak isteyenlerin zorunlu olarak ikamet etmeleri gereken bir yer konumunda. Durum böyle olunca bir çok Bask kökenli yönetmen de Madrid'de mesleğini sürdürüyor. Basklı yönetmenler içinde akla ilk gelen isimler, Montxo Armendáriz, Julio Medem , Juanma Under Ulloa ve Alex de la Igleasisa oluyor. Ünlü yönetmenler arasında bu kadar çok Bask kökenli isime rastlayınca akla ilk gelen soru, "Bir Bask Sineması'ndan söz edilebilir mi?" oluyor. Ne yazık ki bundan söz etmek pek mümkün değil. Çünkü söz konusu yönetmenlerin neredeyse tamamı filmlerini İspanya'da ve özellikle Madrid'de çekiyorlar. Üstelik Bask ülkesiyle ilgili herhangi bir konuya da ilgi duydukları pek söylenemez. Ender olarak Bask'ta çekilen filmler de ise genellikle Bask bölgesinin coğrafi güzelliklerini sergilemek dışında yerel bir motife rastlanmıyor. Bu durumun nedeni ise Bask sorununun hala tabu olarak görülmesinden kaynaklanmakta.

    1965 yılında, beş erkek kardeşin en küçüğü olarak Bilbao da doğan Alex de la Igleasia, sosyoloji profesörü bir baba ile ressam bir annenin çocuğudur. Franco öldüğünde 10 yaşında olan Alex, bu çalkantılı dönemin kendi üzerindeki etkilerini ileride çekeceği ilk filmi "Accion Mutante - 1993" de anlatacaktır. Gençliğinde bilim-kurgu, gerilim sineması ve çizgi romana ilgi duyan Alex, Basklı bir süper kahramanın maceralarını anlattığı "Burdijaun" adlı çizgi romanı çizmeye başlar, yayınlandığında pek beğenilmeyen bu çizgi romandan sonra kendini iyice sinemaya adayan Igleasia, filmlerinde gerçeküstü temalara olan eğilimiyle dikkat çeker. Bilim-kurgu ve çizgi romana olan ilgisi bu eğilimin nedenlerini anlamamız açısından yararlı olacaktır.

    Pedro Almodovar'ın desteğiyle çektiği beşinci filmi "Halkımız Avanta Peşinde" ile bütün dünyada büyük ilgi toplayan Igleasia, bu filmde İspanyol Sineması'nın en büyük yıldızı Carmen Maura ve usta oyuncular Emilio Gutiérrez Caba, Eduardo Antuña ve Paca Gabaldón ile çalışarak tümü sözel performansa dayalı olan senaryosunu, başarılı biçimde yansıtmış.

    "Alt/Üst Kültür" kavramlarıyla oynamayı seven yönetmen, eski bir apartman dairesinde yaşayan orta sınıf İspanyollar'ın, maddi çıkarları uğruna birbirleriyle giriştikleri mücadeleler ve yapmak zorunda kaldıkları ittifaklar arasında gidip gelen sürükleyici öyküsünde bu kez alt kültür üzerine birkaç söz söylemeyi tercih etmiş.

    Öykünün komşular arasında geçiyor olması ve filmin hareket alanının bir apartmana sıkıştırılmış olması bize hemen yukarıda bahsettiğimiz Saura'nın Mikro-İspanya'sını hatırlatıyor. 20 sonra ilk defa tatile çıkarak Euro Disneyland'a giden apartman yöneticisi otoriter Emilio, olayları şiddet yoluyla halletmeye meyilli apartman sakini Castro, kendini Yıldız Savaşları'nın Darth Vader'ıyla aşırı biçimde özdeşleştiren Charli ve başkalarının evlerinde, yabancı yataklarda kendi düşlerini gerçekleştirmeye uğraşan Julia ve diğer tüm apartman sakinleri fazlasıyla karikatürize ve derinlikten uzak olmalarına rağmen bazı metaforik ögeleri de üzerilerinde taşımaktalar.

    Igleasia'nın film boyunca kendini hissettiren, kısa yoldan finale gitme çabaları sonucunda ulaşılan final seyirciyi tatmin etmekten uzak. Filmin sonuna eklemlendirilen bol efektli kovalama sahnesi yapıştırma bir trük olduğunu fazlasıyla hissettiriyor. Yıldız Savaşları, Hazine Adası gibi filmlere yapılan filmsel göndermelerin yanı sıra, "Matrix" ten ödünç alınan damdan dama zıplama sahnesi de gerekliliği ve hangi amaca hizmet ettiği konusunda ciddi soru işaretleri barındırıyor.

    Karakterler daha derinlikli işlenebilse film, "kara komedi" halinden sıyrılıp iyi bir drama dönüşebilirmiş. Ne var ki yönetmenin tercihini komediden yana kullanmış. Buna rağmen, başarılı oyuncu seçimi ve dar mekanda yarattığı filmsel trafiğiyle "Halkımız Avanta Peşinde" eli yüzü düzgün bir vodvil izlenimi veriyor.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top