Bu Mutfak’tan çıkış zor!
Yazar: Duygu KocabaylıoğluBiri mimar ve yapımcı Kibwe Tavares, diğeri Oscar ödüllü (Yehuda ve Siyah Mesih/En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu/2021) İngiliz oyuncu Daniel Kaluuya’nın ortak yönetmenliğinde hayata geçirilen The Kitchen/Mutfak, yakın gelecekte distopik bir Londra’da geçen bir bilim kurgu dramı olarak Netflix’te, Ocak 2024 itibariyle yayına girdi. Filmin senaristliğini ise, bu yapımda tamamen kamera arkasında kalmayı tercih eden Kaluuya ile Calm with Horses (2019) filmi ile BAFTA’ya layık görülen Joe Murtagh imza atmış.
The Kitchen/Mutfak, yüksek teknolojinin hakim olduğu, ‘Batı medeniyetinin beşiği’ bir ülkenin başkentinde, zengin ve fakir arasındaki uçurumun çok daha net çizgilerle keskinleştiği bir atmosferi kendisine temel alıyor. ‘Mutfak’ aslında Londra’nın ‘diğerlerinin’ ikamet ettiği ve yaşadığı, fakirliğine rağmen renkli bir sosyal hayatın da olduğu, eski bir toplu konutlar bölgesi. Ağırlıklı olarak kadraja giren siyahi vatandaşlar olsa da buranın bir Çin mahallesi/Ortadoğu mahallesi karışımını temsil ettiğini ve nihayetinde alt sınıf beyazların da sığındığı bir yapısı olduğunu söylemek mümkün. Baş karakter Isaac’in (Kane 'Kano' Robinson) “Bok çukuru!” tabirini doğru kabul edersek, sert devlet yönetimi bu çukuru biran önce içindekilerden temizleyip kapatmanın derdindedir. Mutfak’ın kadim sakinleri ise yeni bir yer gösterilse de, yuva bildikleri bu evlerini terk etmek istemezler. Filmin geniş çerçevedeki ilk çatışması, bu zıtlaşmadan besleniyor.
İkinci katmanda ise, şehrin nezih yüzünü temsil eden "Life After Life" şirketinde çalışan baş karakterimiz Isaac, Mutfak’tan kurtulup, hak ettiğine inandığı yeni evine yerleşme çabası ile karşımıza çıkıyor. Tam tek tabanca hayatını yoluna koyuyormuş gibi görünen Isaac’i takip ederken, annesi ölünce kimsesiz kalan Benji’nin (Jedaiah Bannerman) kimlik ve yaşam mücadelesi ile bu akış sekteye uğruyor; biz de yolları kesişen iki karakterimizin Mutfak ekseninde gelişen ve değişen yaşamlarına tanık oluyoruz. Bu her iki bağlamda Mutfak/The Kitchen, kısmen bir büyüme ve kendini keşif hikayesi, kısmen toplumsal başkaldırı öğelerini içeren bir film olarak tanımlanabilir.
Daniel Kaluuya ve Kibwe Tavares’in kurduğu Mutfak toplu konut bölgesi, görsel ve metaforik açılardan pek çok sembolü içeren, günümüze de referanslarla dolu bir dünya. Bu anlamda yönetmenlerden birinin mimari ve görsel ağırlıklı bir geçmişinin olması, hedeflenen distopik atmosferi yaratmakta etkili olmuş diyebiliriz pekala. Mutfak pek çok bilim kurgu distopyasında benzerlerine rastlayabileceğimiz bir göçmen mahallesi aslında; ama bu noktada ciddi bir tanım değişikliğine gitmek gerekiyor belki de. Çünkü gelecek distopyalarında karşımıza sıklıkla çıkan bu sosyo-kültürel yapı aslında göçmenlik/immigrant kimliğinden çoktan sıyrılmış, ülkenin ya da o şehrin yasal vatandaşları olarak karşımıza çıkıyor artık.
Şehrin dış çeperlerinde yaşamak artık göçmenlikle değil de doğrudan ne kadar para kazandığınızla, müspet fakirliğin karşısındaki zenginliğiniz ile ilgili. Öldüğünüzde bile bir ezilen olup olmadığınızı, geride bıraktığınız cüzdandaki mal varlığınız belirliyor. Filmde bunun doğrudan karşılığı, tüm yeşilliğine rağmen ‘içeriği’ rahatsız edici boyutlarda resmedilen ‘Life After Life’ şirketi olmakla birlikte, kendi yaşadığınız büyük şehrin mezarlıklarından birine tapu satın almak için başvurun ve 2024 zamlı mezar tapusu fiyatlarına bir göz atın isterseniz… Öte yandan, filmin geçtiği şehrin gelecek Londrası ya da İngilteresi olup olmadığına seyirciyi görsel olarak ikna edebilecek yegane emare, ünlü London Eye dönme dolabının silüeti. Mutfak’tan ve Isaac’ın yeni evinden tamamen başka temsiliyetlerle resmedilen London Eye, filmin keskin ikiliğine de ayrı bir metafor.
Tüm bu bağlam içinde, sadece mesnetsiz ve otoriter şiddet ile resmedilen devlet algısına karşın senaryo, karakterlerinin derinliğine fazla inmeden işleri biraz oluruna bırakmayı tercih ediyor. Sahneler ilerledikçe sorduğumuz bazı sorular havada kalıyor, öte yandan sürprizsiz bir ilerleyiş ile bir sonraki adımı sanki tahmin edebiliyoruz.
Bununla birlikte filmin temposu, anlattığı hikayenin ağırlığı ile eşdeğer ilerliyor. Mutfak’a yapılan polis baskınları, tansiyonu yükseltse de yine de seyirciyi zaman zaman yoran bir dramatizasyon mevcut; özellikle Isaac ve Benji’nin ikili sahnelerinde bu ağırlık daha fazla hissediliyor.
Oyunculuklar açısından ise başrol Kane Robinson ve genç oyuncu Jedaiah Bannerman, bu gelenekçi ve belli bir matematiği izleyen senaryo yapısında, kendilerine sunulan alan içerisinde, üstlerine düşeni yerine getirmeye çalışıyorlar. Özellikle Jedaiah Bannerman’ın Benji’ye çizdiği kimsesiz kalmış ve kimliğini arayan, ergen erkek portresi yeterince inandırıcı. Öte yandan yardımcı rollerde, ünlü eski futbolcu Ian Wright’ın canlandırdığı Lord Kitchener karakterine değinmeden geçmeyelim. Daha önce de Gun of the Black Sun (2011) ve Ted Lasso (2020) gibi yapımlarla seyirci karşısına çıkan Wright, Mutfak’ın bir anlamda kalbi ve medya sözcüsü olan Lord Kitchener performansı ile profesyonel oyunculara taş çıkartıyor. Özellikle kullandığı aksan ile Kitchener’ı daha da yaşayan bir karakter olarak önümüze koyuyor.
Sonuç olarak, devlet şiddetinin bir daha vurduğu yoksulluk teması çerçevesinde, karakter analizi açısından seyirciye güvenli bir mesafe de bırakan yapım, Daniel Kaluuya ve Kibwe Tavares’in yönetmenlik yeteneklerini denediği, görsel anlamda tatminkar bir iş. Bazı yönlerden eksiklikler barındırsa da hafta sonu beyaz camda vakit geçirmelik bir film Mutfak.