Dünyanın sonunu görmek mümkün mü?
Yazar: Banu BozdemirViggo Mortensen’in The Dead Don’t Hurt / Dünyanın Sonuna Doğru filmi geleneksel Western kalıplarının dışına çıksa da, türünün klişelerine sahip ve bunu farklı bir yol ve yöntemle ele alıyor. Tren soygunları, beyaz adam siyah adam çatışması, posta arabaları, rüzgara karışıp kasabanın ortasında tortop olmuş çalılar yok ama kapısı her daim açılıp kapanan bir barı mevcut!
Mortensen yazıp yönettiği Falling’ten sonra, Amerika İç Savaşı öncesinde ve hatta içinde geçen filminde neşeli, dik başlı ve güçlü bir kadın ile insanlardan uzak, sakin bir yaşam sürmeye kararlı sessiz bir adam arasında geçen, zamana yayılmış gibi görünse de birlikte geçirdikleri zamanları kısıtlı olan iki kişinin, inişli çıkışlı bir romantizm hikayesini anlatıyor. Mortensen filmde Danimarkalı göçmen Holger Olsen’i canlandırıyor, hayatına giren çiçek satıcısı Vivienne ise kendi seçimlerini yaşama konusunda ısrarlı bir kadın. Peşinde kendisini sıkıştıran talibinden vazgeçme konusunda hiç tereddüt etmiyor. Holger’i gördüğü anda onun yaşlanmak istediği adam olduğuna karar veriyor. Holger ise onun erkek arkadaşını azarlayan tavrından etkileniyor ve bu güçlü kadınla birlikte yaşamaya başlıyor!
Savaşma duygusunun erkekler için anlamını ve geride kalanların nasıl bir dayanma gücüyle hareket ettiklerini sorgulayan yapım iki zıt karakteri buluştururken de detaylara girmekten kaçınmıyor. Vivienne’i canlandıran Vicky Krieps rol için biçilmiş kaftan gibi, neşeyi de hüznü de çok iyi taşıyor. Olsen’in kurak, ağaçlardan uzak, çırılçıplak evinin arazisini hayal kırıklığı ile karşılıyor. Etrafta hiç ağaç, renk olmaması onun için çok üzücü bir durum, bu durumu bir hayvan yaşamıyla eşdeğer tutarak Olsen’i bu anlamda ilkel buluyor ve hayatını geçireceği evin etrafına çiçekler ve ağaçlar ekiyor. Evin düzenlemesini de yapıyor. Ama bu pastoral ve mutlu hayat kısa sürüyor, iç savaşın patlak vermesiyle eski asker olan Olsen savaşmak zorunda hissettiği için yollara çıkıyor. Vivienne ise zorlu bir yaşamın kollarında tek başına kalıp mücadele etmeye başlıyor.
Filmin kasaba tarafında ise adalet sorgusu daha karmaşık, bir çiftçinin şımarık ve psikopat oğlu, onun güç timsali zengin babası, olaylara daha adaletli ve yumuşak yaklaşan bir şerif var. Çiftçinin asi oğlu, barda çalışmaya çalışan Vivieni’i gözüne kestiriyor ve onun zorlu yaşamını daha zorlayarak ona sahip olma derdine düşüyor.
Filmin hikayesi belli bir akışı takip etmeye çalışsa da, nasıl anlatıldığını anlamak biraz zaman alabiliyor, Olsen’in yalnızlıkla sınanmış hayatının aralara sızan dokusu, filmin zamanlaması konusunda kafa karıştırıcı bir yol izliyor. Hikaye sonuna yakın bir yerde başlıyor, bir ölümle başlıyor ve filmi hep ölüm duygusunun ağırlığıyla izliyoruz, bu pek iyi bir şey değil. Film zaman kaymalarıyla geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı önümüzde gezdiriyor. Bunu filmin anlatım temasına bağlamak yanlış olur, Mortensen naif hikayesine biraz dolaşım katmak istemiş gibi. Bir de filmde yaşanan şiddet sahneleri de klasik western filmlerindeki gibi değil, etkili vurucu ama canice değil! Vivienne ve Olsen’in yalnız geçirdiği zamanları da birbirine bağlama derdinde yönetmen. Vivienne her ne kadar güçlü bir karakter olsa da babasının hayaliyle dolu olduğunu görüyoruz, muhtemelen babasını savaşta kaybetmiş, o yüzden Olsen savaşa giderken çok acı çekiyor ve rüyaları at sırtında dolaşan bir şövalye ile dolu, o yüz de Olsen’in yüzüne bağlanıyor. Aslında çok travmatik bir durum, o yüzden o rüyalar Olsen’in Vivienne’i o ıssız kanyonda tek başına bırakıp gittiği anların devamına sıçrıyor. Savaşmaya giden erkeğin dönme ya da dönmeme ihtimali arasında sınanan, trajikleşen ve hatta travmatikleşen bir sürece güzel bir ayna tutmuş oluyor böylece Mortensen! Bir de dünyanın sonunu görmeye!
Olsen yıllar sonra döndüğünde Vivienne’i kendisini bekler halde bulduğunda da şaşırıyor, kendisinden umudu kesmemesine mutlu oluyor. Çocuk meselesi filmin değişik bir detayı, Vivienne’in Olsen’e bir mirası, hediyesi gibi şekilleniyor. Çocuğun kimden olduğunun önemi yok gibi görünse de Olsen’in bir sonraki hamlesi haline geliyor. Olsen güçlü, sessiz bir karakter, kitap okumayı bir şeyler yazmayı seviyor, küçük Vincent’a da bir hayli düşkün, Vivienne filmin ara geçişi gibi dursa da asıl yıldızı o. Kontrol noktasının dışında gelişen olaylara karşı geliştirdiği duruşu, onlardan çıkardığı dersleri görünce asıl noktada onun durduğunu görmek hem mutluluk verici oluyor hem de hüzünlü!
Filmin çoğu iki karakterin arasındaki uzatılmış (romantizm, özlem, minnet vs.) sahnelerden oluşsa da, neyi ne kadar hissettireceğini, seyirciyi o duyguda ne kadar tutacağını bilir bir halde bir tecrübeyle karşımıza çıkıyor ve çok da olmayan bir oynama içgüdüsüne imza atıyor, bu yanıyla bile farklılık yaratmaya muktedir bir yapım. Film bir ölüm sahnesiyle açılsa da (filmde birçok spoiler noktası var maalesef) çoğunluğu Olsen’in aşkını kaybetmenin acısını, onu üzen adamın peşine düşerek ondan intikam alma duygusunun yarattığı sessiz takiple ilgili. Ve bu Vivienne’in hikayesiyle bir araya getirilerek verildiğinde daha fazla anlam kazanıyor.
Mortensen bundan sonra western tarzı bir film çeker mi bilinmez, zira sektör o konuda çok istekli değil ama Mortensen yaparsa da bu konuda iyi bir noktaya geleceğe benziyor!
twitter.com/banubozdemir