"Lanthimos Geri Döndü" mü?
Yazar: Onur KırşavoğluYorgos Lanthimos, yaklaşık 5 aylık bir aradan sonra yeni filmiyle Türkiye vizyonuna uğradı. Poor Things’le 2024 yılının ilk aylarında vizyona konuk olan yönetmen, bu kez Kinds of Kindness (Merhamet Hikayeleri) filmiyle karşımızda. Üç ayrı hikayeden oluşan filmin oyuncu kadrosunda Emma Stone, Willem Dafoe, Jesse Plemons, Margaret Qualley, Mamoudou Athie ve Hong Chau yer alıyor. Her bir oyuncu öyküler değiştikçe farklı rollerle karşımıza çıkıyor. Lanthimos, The Favourite ve Poor Things gibi -kendi sinemasından örnekler olsa da- farklı bir yerde duran ve Oscar radarına giren iki büyük filmden sonra ilk yıllarına bir dönüş yapıyor ve vitrine çıktığı başyapıtlardan esintiler sunuyor.
Kinds of Kindness, Lanthimos’la tanışmamızı sağlayan, insani meselelere odaklanan, distopik bir yanı da bulunan ve toplumsal göndermeleri bol anlatılardan biri. Aynı oyuncu kadrosunun farklı hikayelerle karşımıza çıktığı 165 dakikalık film absürd bir zemine de oturuyor. Çalışanlarına nasıl insan olacaklarınının listesinin veren bir patron ve zenginlik uğruna köle olmayı kabul eden bir çalışan, uzun süre kaybolduktan sonra geri dönen eşinin o kişi olmadığını düşünen paranoyak bir eş ve amacı özel güçlere sahip olan birini bulmak olan, garip ritüellere sahip bir tarikat filmin üç ayrı hikayesini oluşturuyor. Lanthimos ve Efthimis Filippou’nun kalemini düşününce bu hikayeler heyecan verici bir noktada duruyor ama sonuç o kadar da güçlü olmuyor. Lanthimos, sanki Amerikan sinemasına çok grift bir şekilde girmesinin yarattığı mutsuzlukla bir silkelenme ihtiyacı hissetmiş ve ilk yıllarına dönmek istemiş ama bu sefer biraz aceleci ve hantal duran bir sonuçla krugu masasından kalmış. Aslında, süresi kendini o kadar hissettirmiyor ama hikaye ve işleyiş anlamında bir hantallık göze çarpıyor ve hikayelerin bazı noktalarında kendini hissettiriyor. Süreyi hissettirmeme üzerinden bakınca başarılı bulmak olası. “Lanthimos’un ilk yılları gibi olsun çamurdan olsun” diyenler içinse zaten salondan mutlu ayrılmama gibi bir ihtimal yok. Benim hissettiğim ise; Lanthimos değil de ona özenen ve ilk filmini çeken yeni bir sinemacının başarılı bir kopya filmini izlemek oldu. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Hikayelerin ilkiyle başlayan bir Tanrı alegorisi film boyunca bizi sarar. Tabii bunun derinliğinde ait olma, kurallar, yozlaşmaya müsait insanlar, tarikat saçmalıkları, son dönem artan kişisel gelişim aldatmacaları, bireylerin birbirlerine olan muhtaciyetleri ve dolayısıyla bir Tanrı gibi tapmaları gibi birçok durak var. Dafoe’nin performe ettiği ilk hikayedeki patron hedonist bir Tanrı gibi. Ayrton Senna’nın meşhur kaskından, John McEnroe’nun kırık tenis raketine kadar her şeyi elde eden, çalışanlarını bu hediyelerle mutlu etmeyi seçen ama bir yandan da insanların geçirdiği kazaları ve ölümleri dizayn eden, kurallar koyarak nasıl yaşaması gerektiğini söyleyen bir kişilik. Bu hikayeden sonra diğer iki hikaye de mana ve ehemniyet bakımından bağlantılı gidiyor. Paranoyalar sonucu kendi rüştünü ispat etmek için emirler vermeye başlayan bir eş ve bir peygamber (ve mucizesi) arayan tarikat üyeleri diğer hikayelerde yer alıyor. Hepsinden ilahi bir arayış var. Bir yandan da bu arayışın getirdiği saçmalıklar. İnsanların iktidar sevdaları da hikayelerden nasibini alıyor elbette ve Lanthimos, az ama öz şiddet sahnesiyle özünde döndüğünü kanıtlıyor. Birkaç sahne bazı izleyiciler için biraz zorlayıcı olacaktır.
Filmin en güçlü yanlarından birinin Jesse Plemons’ın performansı olduğunu da belirtmem gerekir. Özellikle ilk iki hikayedeki oyunculuğu son yılların en etkili işleri arasına girer. Oscar için erken ve filmin şansını pek olası görmüyorum ama Plemons’ın en azından adaylık alması gerekiyor. Emma Stone, Margaret Qualley ve Willem Dafoe, diğer oyuncularla birlikte rolün hakkını veriyor. Son tahlilde, Lanthimos’un köklerine döndüğünü, çoğu sinemaseveri yine mutlu edeceğini ama beklentiyi düşürmek gerektiğini söylemem gerekir. Lanthimos, gerçek olamayacak kadar absürd olan ama bir o kadar da acımasız ve içimizden olan karakterleriyle yine bizi sorgulamaya itecek. İnanç düzlemi üzerinden biraz da alaycı bir şekilde insanı irdeliyor ve filmin sonunda ne hissedeceğimizi bilemeyecek bir tavırla salondan ayrılacağız. Her şeye rağmen, izlenmeyi ve üzerine konuşulmayı hak eden bir film. Bu filmi izleyip, inanç, absürdlük, gerçeküstücülük ve acımasızlık anlamında sağlam filmler izlemek isterseniz sizi Fellini filmografisine doğru alalım ya da Luis Bunuel filmleriyle dolu bir hafta geçirmek isteyebilirsiniz. Karar sizin...