Damdan düşer gibi derler ya işte öyle bir giriş yapmak istiyorum ilk cümlem ile:
Film iyi.
Edebi bir arka plana sahip olanlar özellikle 19. Yüzyıl Rus Edebiyatını ve üç büyükler dönemini bilenler aynen oradaki gerilimi burada da tanıyacaklar.
Tolstoy özellikle…
Edebi bir tat ve kalite aşikâr.
Sonu daha anlaşılır olabilirdi.
Filmi belirgin bir mesaj örgüsü içinde görerek sonu da buna göre dizayn etmeye çalışmak bazen bozucu etkiler yapıyor.
Sonunun tam bu şekilde bırakılmaması ya da bu seviyede kesilmemesi gerektiğini düşünmeden edemiyorum.
Kendi adıma seyirciye daha büyük anlam dilimleri bırakmak peşinde yönetmenlerden pek hazzetmiyorum.
Sanki eksik bir müzik eseri gibi; müziği kafamda tamamlayacak değilim.
Tamam, diyeceksiniz ki son belli.
Tamam ama bence daha berkitilmek ihtiyacında idi, demek istediğim bu…
Film her şeye rağmen gayet iyiydi.
Gerilim gerçekten filmin başından sonuna kadar havada asılıydı.
O kadar uydurma film seyretmenin arasında böyle “gerçeklik duygusu” oldukça yüksek bir film seyretmiş olmaktan memnunum.
İlk filmi olmasına rağmen yönetmen olayı iyi hissetmiş ve backgroundu iyi beslenmiş ve dolu belli ki.
Bu arada bahsetmeden geçmek istemem:
Filmde Metin Erksan’ın 1965 yılına ait “Sevmek Zamanı” adlı filminin o en ünlü repliklerinin olduğu bölümü duyuyoruz.
“Ben sana değil, resmine aşığım” hikayesi hani…
Müthiş bir kontrast oluşturmuş bu.
Yani gerçekçiliğin dibine vuran bir filmde, idealizmin dibine vurmuş, melankolik, yarı şizofren kurmaca romantik bir filmin kendini hatırlatarak yan yana gelip oluşturduğu zıtlık ve çok farklı bir dünya algısı ve enerjilerin birlikteliği çok çarpıcıydı.
Bunu yapması çok dahiceydi bence.
Eleştiri olarak da alınabilir zira o anın gerçek dünyasının dertlerinin ağırlığı altında onu dinleyemeyerek kapatması baş karakterin bizi buna götürebilir.
Adeta gerçek hayatla ilgisi olmayan, gerçek dediğimiz genel kabulden kopuk bir masalmış gibi kapatılıverdi.
Gerçeğin insanı ezen ağırlığıyla o an örtüşemedi.
Film birtakım ödülleri almış:
1 - Türkiye prömiyerini 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan ve festivalden en iyi ilk film ile en iyi kadın oyuncu ödülleriyle dönmüş.
2 - Amerika’nın köklü festivallerinden 66. San Francisco Uluslararası Film Festivali’nde de “Yeni Yönetmenler Ödülü”nü kazanmış.
3 - Belgrad Uluslararası Film Festivali’nde Eleştirmenler Ödülü ile Brüksel Cinemamed Uluslararası Film Festivali’nde Cineuropa Ödülü’ne layık görülmüş.
4 - Son olarak Frankfurt Türk Film Festivali’nden En İyi İlk Film Jüri Özel Ödülü ve Bergwelten Film Festivali’nden de "En İyi Film Büyük Ödülü"nü almış.
Film Türkiye - Almanya - Sırbistan ortak yapımıymış.
Artvin’in Şavşat bölgesinde çekilmiş.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eurimages, Medienboard Berlin-Brandenburg, Hamburg Schleswig-Holstein ve Sırbistan Film Merkezi tarafından desteklenen film Nefes Films ve Albino Zebra Film yapımcılığında, Riva Film, Set Sail Films, TRT, Intercam Upgrade, Ezgi Mola, Boş İşler Yapım ve Set Pozitif Filmcilik ortaklığında tamamlandı. Görüntü yönetmenliğini Florent Herry’nin üstlendiği filmin kurgusu Çiçek Kahraman tarafından yapılırken, filmin müziklerinde ise Erdem Helvacıoğlu imzası bulunuyor.
Tüm Türkiye’yi karış karış tanıdığım gibi Artvin’i, yanını yöresini, ilçelerini, Hopa’sını, Borçka’sını, Şavşat’ını falan iyi bilirim.
Lokantalarında yemek yemişliğim, otellerinde kalmışlığım vardır.
Ormanını da iyi bilirim.
Şimdi tabi gösterilen büyüklükte ayılar yok o bölgede onu bi’ belirtelim.
Sabahın köründe Şavşat’tan Ardahan dolmuşu kalkar ve o dolmuşa binenler iyi bilecekler ki tırmana tırmana dağın başına geldiğinizde orman bıçakla kesilir gibi belirgin bir zirve hattıyla kesilir ve Ardahan tarafı tam tersine tek bir ağaç bile olmayan şekilde o Sibirya karasal ikliminin soğuğunun yalayıp geçtiği kurak, çorak çöl gibi bir yerdir.
Dolmuşta arkanıza bakarsınız kartpostal gibi yemyeşil bir orman örtüsü ve çok yoğun şekilde üstelik önünüze döndüğünüzde ise tek bir ağaç bile göremediğiniz bir kuru çorak kara parçası.
Hayatımın en ilginç manzara ve tecrübelerinden birisidir bu.
Yani tamam Artvin’in Şavşat’ında kış var, yağış var, kar var ama diğer karasal iklimin hüküm sürdüğü Kars, Ardahan tarafına göre aslında Karadeniz iklimi özellikleri içindedir ve kışları yağışlı olsa da öyle Ardahan, Kars, Erzurum gibi kesici-parçalayıcı bir soğuk da yoktur.
Kars, Ardahan’a göre gayet te ılıktır kışı, kıyaslama yapacak olursak...
Bu da spoiler bölümü olsun:
Başlarken çığ sesi duyuyoruz ama göstermiyor film onu.
Yani bu bir başarısızlık ve kifayetsizlik.
Sonra bakıyoruz ki arabanın önünde iki kürek kar ve bi dal parçası var.
Sonra ona rağmen hemşire oradan nasıl çıktı da yola devam etti o da belirsiz.
Zincir neden yok?
Kış şartlarına alışmış bir şoförlük var mı?
Zincirin neden yok film boyunca?
O denli kar olan bir yerde arabalar neden zincirsiz ve özellikle hemşireninki...
Kimse ilk görev yerine kışın ortasında zincirsiz minik, hafif bir arabayla öyle dağ-orman yollarını aşa aşa gelmeye kalkışmaz.
Telefon çekmeyebilir çünkü daha önce gelmedin nerede çeker nerede çekmez bilemezsin dolayısıyla son derece riskli bir karar olmuş o şekilde karın kışın ortasında o zorlu yollara o minnacık arabayla çıkmak.
Üstelik de zincirsiz.
Şaka gibi buraları filmin.
Şimdi mecburi hizmetini yapmak için gelen hemşire 18-20 yaşında olur, 36 değil.
Ayrıca böyle doktorun haftada bir geldiği yerde hemşire durmaz doktorla beraber gelir gider.
Böyle yerlere genellikle ebe ya da sağlık memuru falan tayin ederler.
Gerçekçi film diyoruz ama gerçekçiliği bozan durumlar da var yani.
Kasaptan et alıyor 300 gram mesela.
Hiç bir kasap ya da karısı 300 gram olsun mu demez.
Bir kilo mu diye sorar.
Hadi bu olmadı az alacağını anladı diyelim o zaman da yarım kilo mu olsun der.
Neden öyle der ve bunu nereden biliyoruz çünkü Anradolu'nun insan alışkanlığı budur, kalıbı, standardı budur.
Binlerce kez hepimizin yaşadığı bildiği bir şeydir.
Ve etin kilosu kaçadır, 300 gram et kaç paraya denk gelmektedir bunların bahsi nasıl geçmiyor olabilir ki?
Ne kadar diye sormak zorunda en azından.
Tek bir parça para uzatıyor ve üstü falan da yok.
Yeni gelen hemşire bu dağ başında ilk kez gelip ilk kez et aldığı bir yerde etin kaça satıldığını nereden bilmektedir.
Köyünden kasabasına il-il, ilçe-ilçe et fiyatları bülteni filan mı var haftalık yoksa?
300 gramını hemen nasıl hesaplamıştır.
Hangi tek parça para buna tam denk gelmektedir.
Böyle ezbere olmaz ki bu işler.
Vardır böyle insanlar sanat yaparken, yazarken, özellikle de film çekerken.
Yahu arkadaş o bölüm gerçek değil, mantıklı değil; saçma sapan bir mesnetsizlik üzere.
Bunu nasıl görmüyorsunuz?
Et parası konuşulmasından mı imtina ediyorsunuz ve ne için?
Gelelim köy evinde kahve içilen yere.
Kahveler kalabalık ortamda yapıldığı zaman önce misafire verilir ve tüm Anadolu bu konuda oldukça hassastır.
Anadoluyu bilen bunları da bilir.
Neyse, ufak tefek daha bir sürü şey var ama gerekli değil.
Ne derler, o kadar kusur kadı kızında da olurmuş.
İyi film...
Kutlarım...