Ataerkilin çöküşü mü ekofeminist direniş mi?
Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu(Eleştiri filme dair yer yer spoiler içerebilir.)
Ekofeminizmi nasıl bilirsiniz? Ekolojik kaygılar ve feminist yaklaşımı birleştiren bir bakış açısı sunmayı hedefleyen ekofeminizm hareketi, yurt dışında her ne kadar 1970'li ve 1980'li yıllara temellense de sürdürülebilirlik akımı ile son 10 yılda ağırlığı daha da hissedilir bir kavram oldu. Hoşlanmadığı her eleştirel kavramı ‘woke’ çuvalına dahil etmeye çalışan güruh bir yana, dikkat çekici bir tavır olan ekofeminizm, ekolojik ve feminist konuların kesişiminde yer alıyor. Sinema endüstrisi bağlamında baktığımızda ise bu bakış açısı filmlerin kadınlar (tercihen kadın protagonistler) ve doğa arasındaki ilişkiyi nasıl tasvir ettiğini inceliyor ve genellikle her kanadı da baskılayan ataerkil yapıyı da eleştirmekten geri durmuyor.
Şimdiye kadar seyrettiğiniz ya da izleme listenize aldığınız ödüllü Erin Brockovich (2000)’ten tutun da fantastik bir Disney filmi olan Malefiz (2014)’e dek pek çok yapımı “ekofeminizm” kategorisine dahil edebilirsiniz. Ya da 2019 yılında seyrettiğimiz ve Kuzey Makedonya’da geçen Bal Ülkesi (yön. Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov), hatta ülkemizden Eylem Kaftan imzalı ve yine arı kovanları ile mücadeleci bir kadının çevresel şartlarda varoluş öyküsünü çizen Kovan (2019) filmi de kadın ve çevre arasındaki içsel bağlantı temalarını vurgulaması açısından pekala ekofeminizmin çerçevesinde değerlendirilebilir. Dünya festivallerinden bağımsız belgeseller ise herhalde bu alanda en verimli kaynak olacaktır. Konuya dair çok daha fazla örnek için Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali gibi tematik festivallerin kataloglarına dalabilirsiniz. Bu ansiklopedik mecburi tanımlardan sonra biz, Mahalia Belo’nun yönettiği ve ekofeminizmin en taze örneklerinden biri olarak gösterilebilecek "The End We Start From/Sondan Sonra” (2023) filmine dönelim.
Güney Pasifik'te iken ‘beyaz adamın’ pek ilgisini çekmeyen ama 2020’ler ile yavaş yavaş Avrupa kıtasını da vurmaya başlayan ve batılı şehirlerdeki günlük yaşamı alt üst ederek ölümcül kayıplara yol açan sel felaketlerine (tarihe not düşmek için bkz. Kasım 2024 İspanya sel felaketleri), distopik bir evrenden ama feminist bir bakış açısıyla yaklaşıyor Sondan Sonra.
Lady Macbeth (2016), Succession (2018) ve Normal People (2020) gibi pek çok kalifiye işin senaryosuna imza atmış ya da senaryo ekibinde yer almış olan Alice Birch tarafından Megan Hunter’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmin başrolünü ise çevresel felakete karşı mücadeleci bir anne figürü çizen Jodie Comer üstleniyor. Çok da uzakta olmayan 21. yüzyıl Londrasında geçen hikayede, yıkıcı -ve devam eden- bir sel sonucu sadece şehirler değil, ülke yönetimi de neredeyse tüm pratikleri ile sular altında kalıyor. Vatandaşlarını koruyabilmek bir yana, kurulan sığınaklara düzenli gıda ve yardım yapmaktan aciz kalan devlet otoritelerinin, yani patriyarkal yapıların karşısında yeni doğum yapmış genç bir ‘Anne’, biraz da alıştığı her şeyin allak bullak olmasının şaşkınlığı ile hayata sırf bebeği için bile olsa tutunma savaşı veriyor.
Senaryonun akışında dikkat çekici olan ataerkilin her kalesinin küçükten büyüğe birer birer iflas etmesi aslında. Önce "Ben kendi barakanı yap, avlan ve karnını doyur adamıyım” diyen çocuğunun babası (R/Joel Fry), bu babanın annesini gıda kuyruğunda bile koruyamayan dede figürü (Mark Strong), nihayetinde kadın ve çocukları korumayı öncelediğini iddia eden ‘devlet baba’ en eril kaleler olarak yerle bir oluyor. Karşılarında ise, esas anne karakterinin (Comer) yanı sıra ‘sakla samanı gelir zamanı’ bir anneanne (G/Nina Sosanya), anneye çıktığı uzun yolculukta eşlik eden ve kendisi gibi bebekli bir kadın olan DR (Katherine Waterston), uzak bir adada kendi kendini döndürebilen bir komün kurmuş olan F (Gina McKee) mevcut. Yani kadın hep yapıcı ve onarıcı, erkek ise ya yıkıcı veya felaket karşısında tamamen işlevsiz. Üstelik bu kategorizasyona -aynı zamanda yapımcı koltuğunda da oturan- Benedict Cumberbatch’in canlandırdığı karakter de dahil. İki kadının yemek ararken karşılaştıkları bu adam, en azından kötü niyetli olmayan ama kendi duygu dünyasında dağılmış, pasif bir eril kompozisyon çiziyor.
Film tüm bu bağlamlarda, kaosun ortasında yeni doğan bebekleri ile kalakalan kadınların annelik gücünün ve kadınsal içgüdülerin altını çizerken, bu kadınları da doğanın bir metaforu olarak kullanıyor adeta. Doğa üzerindeki ataerkil tahakküm, gün gelecek yine patriyarkayı vuracak ama bu kaostan doğa daha da güçlenerek çıkacak. Tıpkı hayat toz pembeyken “Ben şöyle avcıyım, böyle harikayım” sözleriyle karşı tarafı tavlayan bebeğin babasının, iş başa düşünce ağlak biçimde “Ben sizi koruyamam!” demesi gibi. Bu sahne dikkatli seyircilerin aklına Turist (2015, yön. Ruben Östlund) filmindeki baba figürünü getirecektir ister istemez. Gerçek belayı görünce hepiniz ‘survival içgüdüsü’ ile topuk değil mi sevgili primitif taş fırınlar?
Filme dair negatif eleştirilerden biri belki bu noktada gelebilir: Hemen hemen tüm erkeklerin ‘gerçeklikten’ uzak biçimde pasifize edilmesi, yani erkek karakterler üzerinden iktidarın kaybolması. Oysa ‘baba’ dediğin evine sahip çıkar, değil mi? İnsan gerçek belanın içine düşmeden inanın bunu bilemeyiz.
Öte yandan bizim aklımıza takılan yegane eleştiri, filmin finalden sonrası için net bir ipucu vermemesi. Hem darmadağın olan anne-baba-çocuk üçgeni için, hem de toplum-yönetici düzeni ekseninde ‘sondan sonra’ ne bekleyeceğiz? Annenin (ve doğanın) tekil biçimde sırtladığı hayatta kalma çabası karşısında, yerleyeksan olan patriyarkal pratikler hiçbir şey olmamış, bunlar yaşanmamış gibi devam edecek mi; ve sistem tarafından yüzüstü bırakılan toplum, bu çökük düzen-sizlik karşısında ne yapacak? Otoritenin her dediğini istisnasız ve sorgusuz kabul edip, uygulamaya devam mı edecek? Filmin nihayetinde keşke, anaç tarafın galibiyeti daha keskin çizgilerle vurgulansaydı.
Filmin tüm bu öğeleri parlatan sinematografik yönüne de kısaca göz atalım. Doğanın kudretini hatırlatıcı bir unsur olarak filmde suyun sürekli ve baskın varlığı, filmin öne çıkan güçlü bir görsel öğesi ve baş kahramanın duygu dünyasının da bir sembolü adeta. Öte yandan gri-yeşil arasında gidip gelen renk paleti, “yıkıcı sel felaketi karşısında doğanın kurtarıcı kucağı” ikilemini de iyi biçimde yansıtıyor. Ayrıca baş kahramanın felaket öncesi hatırlarının renk tonu ile günümüz arasında yaptığı geçiş, seyirci olarak özdeşlik duygumuzu da pekiştiriyor. Filmin ses tasarımının da böylesi bir anlatı için dengeli biçimde kurgulandığını ekleyelim.
Toparlamamız gerekirse Sondan Sonra (2023) filmi, doğa ve kadınların maruz kaldığı baskı ve tahakkümü ele alarak, izleyicilere günümüzün bozulan ekolojik dengelerine dair derinlemesine düşünme fırsatı sunuyor. Ucu açık finaline rağmen film, iyi oyunculuklarla kotarılan güçlü kadın karakterlerinin direncini ve dayanıklılığını vurgularken, patriyarkal yapıların çöküşünü de gözler önüne seriyor. 97 dakikalık tadında süresi ve Mahalia Belo’nun başarılı yönetmenliği ile MUBİ platformunda yayında.