“Bunu bir ben bilirim…”
Yazar: Duygu KocabaylıoğluYıllar sonra eski bir lise dostuyla rakı sofrasına oturmak ne heyecanlı ve ne keyiflidir, değil mi? Onca yıl geçmiş, bazı ömürler yaşan(ma)mış, belki bazı ömürler feda edilmiş, belki hayat kafalara geç ‘dank’ etmiş; ne olursa olsun insanın birbirine anlatacak tonla hikayesi vardır. Değil mi?
Yerli sinemamızın yeni kuşak temsilcilerinden yönetmen ve senarist Ali Kemal Güven’in kurduğu Çilingir Sofrası da 17 yıldır karşı karşıya gelmemiş ve hiç görüşmemiş iki eski arkadaşını, aynı masaya oturtup, geçmiş yılların muhasebesini adeta rakı kadehlerine dolduruyor. Film, güzel memleketimizin Altın Koza, Ankara Film Festivali, İstanbul Film Festivali ve Ayvalık Film Festivali gibi güzide organizasyonlarını bir bir gezdikten sonra, vizyon yüzü görmeden dijital platform GAİN’de 5 Mayıs 2023 itibariyle yayına girdi. Geçtiğimiz eylül ayında Ayvalık’ta seyretme şansı yakaladığım yapım, aslında 2022’nin en iyilerinden biri olarak sinema yazarlarının yıl sonu listelerinde de boy gösterdi.
Konusunu sürprizbozan/spoiler vermeden anlatmak biraz meşakkatli olsa da Yusuf Efe (Ahmet Rıfat Sungar) ve Emir Can (Barış Gönenen) bahsi geçtiği üzere uzun yıllardır hiç görüşmemiş ve hatta haberleşmemiş iki eski lisa arkadaşıdır. Aile işi olan peynircilik ile hayatını kazanan Yusuf Efe evlenmiş ve yakın zamanda bir kız babası da olmuştur. Sofraya davet ettiği - ki filmin açısından kimin davet eden kimin davetli olduğu da ayrıca manidar - Emir Can ise öğretmenlik ile geçinen, dışarıdan efendi görünümlü bir adamdır. Delikanlılığın kitabı yazılsa mangalda kül bırakmayacak Yusuf Efe’nin baskın karakterine karşın Emir Can daha duygusal, daha alttan alan, daha bir ‘beyaz yakalı Türk’ olarak resmedilmekte.
Neredeyse tek mekan kullanımı ile 4 bölümlük, linear bir akışta, tek bir gecede geçecek biçimde kurgulanan senaryo, ağırlıklı olarak bu iki baş karakterin diyaloglarına yaslanırken aslında söylenenler kadar söylenmeyenlerin de bakışlar, mimikler ve jestler ile anlatıldığı bir örüntü sunuyor seyirciye. 60 dakikalık süresine rağmen hikayenin seyirciye aktardığı duygu birikimi sanki daha uzun bir zamana yayılmış gibi gelse de, Ali Kemal Güven risk alarak çıktığı bu ilk uzun metraj film yolculuğunu alnının akıyla tamamlamayı başarıyor. Yusuf Efe ve Emir Can’ın hikayesinin aralara giren yardımcı oyuncular hem diyalog akışının tekdüze ilerlemesini kırıyor hem de şüphesiz ki her iki karakter açısından besleyici anlatım unsurları da katıyor. Ne garsonun bakışları, ne Abla’nın gülü ne de lor kurabiyesi boşa değil yani…
Film özellikle Yusuf Efe karakteri üzerinden günümüz muhafazakarlık algısına - ve ikiyüzlülüğüne - sağlam eleştiriler getiriyor. Bireysel bir karakter öyküsünün çevresinde kurgulanan kendi benliğini ve arzularını reddetme, inkar ve fakat kendinden olana da nihayetinde duyulan saygı ve istek karışımı, yönetmen Güven’in seyirciye geçirmeye çalıştığı eleştirel bakış açılarından sadece birisi. Her ne kadar maskülen taraf Yusuf Efe olsa da Emir Can’ın da aslında kendi benliği ile düşe kalka barışabildiğini; öte yandan, toplumsal normlar açısından, mesela iş hayatında, halen kimliğini çok da ulu orta yaşamadığını anlıyoruz. Fakat Emir Can doğal davransa bile çevresini saran toksik ve iki yüzlü masküllenliğe karşı nihayetinde “Dur bakalım, o kadar da uzun boylu değil!” tavrını korumayı başaran, öykünün dürüst tarafını temsil ediyor.
Tüm bu ince nüanslar içerisinde Ahmet Rıfat Sungar ve Barış Gönenen ikilisi müthiş bir akış ve uyum ile adeta karşılıklı döktürüyorlar. Bu kadar doğal ama bir o kadar da iyi çalışılmış bir oyunculuk yetisiyle karakterlerini hem deşiyorlar, hem anlamamız ve onlarla özdeşlik kurabilmemiz için bize alan açıyorlar. Yönetmen Güven oyuncularından almak istediğini sonuna kadar almayı başarmış görünüyor. Teknik anlamda bir sakatlık çıkmadan kotarılmış görüntü yönetimi, sanat yönetiminde seçilen renk paleti ve ışık oyunları da ayrıca öykünün dramatik etkisini perçinliyor. Bir başyapıt değil ama ilk uzun metraj filmi için Ali Kemal Güven’in çıtayı yüksek bir noktaya koyduğunu ifade edebiliriz. Filmde her şey dozunda, çığırtmadan, sulandırmadan..
Son birkaç söz de müzik tercihleri açısından edelim. E bir büyük rakılı çilingir sofrası kurulur da müzik seçimi şansa bırakılır mı? Henüz ilk sahneden itibaren meyhane ortamına yakışan müzik seçimleri, öykü ilerledikçe karakterlerimizin hikayeleri ve ruh halleri ile paralel giden bir ton tutturuyor. Hele ki “Abla” epizodunda gelen ve finalde tekrarlayarak ruhumuzu ortadan ikiye bölen Nazan Öncel parçası “Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah” kelimenin tam anlamıyla Çilingir Sofrası’nı önce kuruyor, sonra topluyor ve Emir Can’ın o müstehzi tebessümüyle bütünleşiyor. Körkütük filminden bu yana bir öyküyü ve bir filmi bu kadar iyi özetleyen bir soundtrack çalışmasına denk gelmemiştim; emeği geçenlerin ellerine sağlık diyor, Çilingir Sofrası’nı bu hafta sonu adabına uygun bir sofrayla seyretmenizi tavsiye ediyorum.
Sağlığa, mutluluğa, dürüstlüğe; iyi seyirler ola!
Twitter.com/duygukocabayli