“Tartışmalı Bir Tarikat Resmi”
Yazar: Onur ÇakmakGünümüzde büyük dinlerin hepsinde bu ritüel kınanıyor olsa da “insan kurban etme” eyleminin tarihi oldukça gerilere gidiyor. Milattan önce 3500’e kadar uzanan vakalar, dünyanın farklı coğrafyalarında farklı inanışlarda görülmüş. İnsan kurban etmenin ortaya çıkışı, insan kanının kutsal yaşam gücü olarak kabul edilmesiyle ilişkilendirilebiliyor. Bazı kültürlerde boğma veya suda boğma gibi kansız öldürme biçimlerinin de kullanıldığı biliniyor. Bir insanın öldürülmesi ya da bir insanın yerine bir hayvanın ikame edilmesi, genellikle Tanrıyla iletişim kurma ve ilahi yaşama katılma girişiminin bir parçası olarak görülüyor. Kurban için en değerli şey olan insan hayatının da kefaret olarak sunulmasına sıkça rastlanıyor. A Sacrifice veya diğer adıyla Berlin Nobody isimli film de bu konuyu öne çıkarıyor.
Jordan Scott, ilk uzun metraj denemesinin üzerinden 15 sene geçtikten sonra merkezine insan kurban eden bir tarikatı alan yeni filmiyle karşımıza çıkıyor. Hikaye, İngiliz yazar Nicholas Hogg’un Tokyo isimli kitabından uyarlama. Sonda söylenecek olanı başta söylemek lazım. Scott, böylesine kadim ve ilgi çekici bir konuyu klişe bir baba-kız ilişkisi dinamiğine teslim etmiş ve tahmin etmesi pek de güç olmayan bir “plot twist” dışında yavan bir şekilde perdeye aktarmış. Bunun teknik anlamda belki de en önemli sebebi, yaşattığı kopukluk hissi. Kuşkusuz, bu tarz gizem ve gerilim unsurları taşıyan yapımlarda temponun düşmesi ve odağımızın dağılması pek hoşumuza gitmez. 1 saat 34 dakikalık görece kısa süresinin de anlatıyı sınırladığı söylenebilir ancak burada sürenin nasıl doldurulacağı maharetinin belirleyici olduğu bir gerçek. Filmin diğer sorunlarından bahsetmeden önce oyunculuklarına değinmekte yarar var.
Eric Bana’yı Amerikalı bir sosyal psikolog olan “Ben Monroe” karakterine hayat verirken görüyoruz. Filmin içini dolduramadığı gerilimine ve temposuna kendisinin de eşlik ettiği söylenebilir. Karakteri, eşiyle sorunlar yaşaması sebebiyle Berlin’e gelen ve yerel bir tarikatın izini sürmekte olan, çok satan kitapları da bulunan meşhur bir akademisyen. Bağlantılarını kullanarak yeni vuku bulan bir toplu intihar vakasının olay yerine girmeyi başarıyor. Olay yerinde görevli Nina’yla (Sylvia Hoeks) diyaloglarında olayı mevzubahis tarikatla ilişkilendirdiğini ve arka planını öğrenmek istediğini anlıyoruz. Hoeks’in canlandırdığı Nina karakteri ise vakaya daha ihtiyatlı yaklaşıyor ve aralarında ilk andan itibaren bir çekim oluştuğunu gözlemliyoruz.
Eric Bana ve Sylvia Hoeks’in karakterleri yakınlaşmaya başlarken, Bana’nın kızı Mazzy rolündeki Sadie Sink’in de hikayenin odağına doğru ilerlerken izliyoruz. Şimdiye kadar ismi geçen bu 3 oyuncudan en başarılısının Sink olduğu rahatlıkla söylenebilir. Senaryonun buradaki yetersizliğine rağmen anne babasının aralarındaki sorunla tetiklenen ve annesinin geçici olarak Berlin’e babasının yanına göndermesiyle yüzeye çıkan gençlik krizini hakkını vererek sergiliyor. Tam bu noktada, Mazzy karakterini tarikatın içine çeken diğer bir öğrenci, Martin rolündeki Jonas Dassler’in performansı da tatmin edici.
Martin aracılığıyla çoğunlukla dışarıdan bulduğu yeni üyelerini bir süre boyunca “arındıran” ve sonsuz bir yaşam-ölüm döngüsü ekseninde onları kurban etmeye hazırladığını anladığımız bu tarikat, Hilma isminde bir lidere sahip. Filmin en dikkat çekici oyunculuğunu sergileyen Sophie Rois’in hayat verdiği bu karakter, dışarıdan bakan biri için dünyadaki güncel sorunlarla (küresel iklim krizi) ilgilenen aktivist bir grubun bilgili ve empati melekesi yüksek öncüsü imajını çiziyor. Film aktıkça Hilma’nın başını çektiği bu sistemin köklerinin eskiye dayandığını görüyoruz. Bu bölümdeki sahnelerde Rois’in canlandırdığı karakterin karanlık taraflarına da şahit oluyor, tarikatın kabaca neye hizmet etiğini anlıyoruz. Hilma karakterinin yer aldığı sahneler gerilimin en iyi taşındığı sahneler olarak öne çıkıyor.
Hikayeyi sekteye uğratan unsurlardan birisi de tarikatın çıkış noktası ve temsiliyeti özelindeki belirsizlikler. Senaristliği de üstlenen Jordan Scott’ın buradaki tercihi, kullandığı sahneler, iklim krizi savunucularıyla insan kurban eden bir tarikatı pek de savunusu yapılamayacak bir şekilde aynı düzleme çekmiş. Tarikatların sık kullandığı Tanrı kültü yerine basitçe iklim krizinin bu örgütlenmeye paravan edilmesi düşündürücü. Filmin bu açıdan derdini iyi anlatabildiğini söylemek güç. Bunun yanında Scott’ın anlatımında sırıtan başka noktalar da var. Mazzy’nin ruh hali, babasıyla olan hızlı ve gelgitli iletişimi, tarikat içi yapılanma gibi konular daha derli toplu ve derinlik katılmış halleriyle gösterilse, yapımı yukarı taşıyabilirmiş.
Son olarak çekimlerde Berlin ortamının ve Kreuzberg’in kısmen hakkının verildiğini söylemek gerekiyor. Tüm bunların yanında finalden bize kalan, Hilma’nın ve dolayısıyla tarikatın hikayesinin henüz bitmemiş olabileceği. Bir devam filmi ne kadar gerekli sorusu hayli tartışılır görünse de odağına sadece Hilma’yı alan güçlü bir hikayenin belki bir şansı olabilir.
Onur Çakmak