Hesabım
    Aşka Özlem
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,5
    Geçer
    Aşka Özlem

    Ali Erden: Herşeyin Bastırıldığı Kasabada İnfial

    Yazar: Misafir Koltuğu

    En çok Danimarkalı yönetmen Lars von Trier'in filmlerinde görmeye alıştığımız Fransız oyuncu Jean-Marc Barr, yönetmenlik koltuğuna Pascal Arnold'yla birlikte oturmuş Aşka Özlem filmiyle. Senaryoyu da ortak yazmışlar. Bununla da kalmayıp Barr başrolde oynarken, Arnold da kameraman olmuş. Her şey bir tarafa bu Fransızlar, filmlerini Amerika'ya taşımışlar ve bu toplumun sosyopsikolojik derinliklerine kamerayla dalmayı denemişler. Bu küçük filmin, çoğu Amerikalı yönetmenin filminde olamayacak erdemleri var. Barr-Arnold ikilisi, bu topluma hem dışarıdan bakmayı, hem de önyargısız yorumlamayı başarabilmişler. Ama kameraları öfkeli. Gerçekten bu Amerikan toplumu, hep kendini her şeyin merkezinde gören önyargılı bir toplum mu? Amerikan yönetiminin saldırgan dış politikalarına hiç tepki vermeyen ve önüne ne konulursa ona inanan garip bir toplum mu bu? Barr-Arnold ikilisi, bu toplumun taşrasındaki ikiyüzlülüğün ve önyargının altını çiziyorlar. Genel anlamda önyargılı toplumlarda potansiyel faşizm ve bununla birlikte linç etme olgusu ortaya çıkıyor. Sanki bunlar bize hiç yabancı değil...

    Film, önde her insanda olabilecek sorunları gösterirken, arkada da toplumsal felaketi usul usul öne taşıyor. Lyle Newkirk (Jean-Marc Barr), on beş yıldan fazla Emma'yla (Rosanna Arquette) evlidir. Bu evlilik, taşra kasabasında toprak ağası iki ailenin topraklarını birleştirmiştir. Ama, Lyle'la Emma'yı birleştirememiştir. Hayatı boyunca hiçbir kadınla beraber olamamış sağlıklı bir erkek Lyle. Emma, Lyle'la evlenmeden önce sevgilisiyle kaza geçirince rahmine et toplanmış ve cinsel yaşamı bitmiş. Filmin özgün adının "çok fazla et" olmasının anlamı bundan. Elbette tam anlamıyla çözülemeyen dinsel ya da vicdani sıkıntıları mı var Emma'nın? O zaman Lyle'ın günahı ne? Otuz beş yaşındaki Lyle, çırılçıplak mısır tarlasının ortasında beyninde kadınları düşlerken, hayatının ilk kadını da Rankin kasabasına gelir. Çocukluk arkadaşı Vernon (IanVogt), Avrupa'dan dönerken yanında 'profesyonel turist' Juliette'i de (Elodie Bouchez) getirmiştir. Karısıyla da artık kardeş gibi olan Lyle, ilk defa Juliette'le birlikte, aynı derinin altında olmanın nasıl bir şey olduğunu hissedecektir. Bu film, cinselliğin hayat gibi bir armağan olduğunu algılatıyor. Lyle'ın yazar arkadaşı Vernon da hiç kadınlarla birlikte olmamıştır. Çünkü o bir eşcinseldir. Belki de kadınlardan tiksiniyordur.

    Filmin ikinci yarısıyla birlikte Amerikan ahlakının ikiyüzlülüğü de alttan yukarıya doğru çıkıyor. Evli bir erkeğin bir başka kadınla ilişkiye girmesini (zina diye yorumluyorlar) kasabanın namusuna yediremeyen taşranın sakinleri, Lyle'a karşı tavır almaya başlıyorlar. Bu tavır, önyargılı toplumlardaki gibi linç kültürüyle buluşuyor ve Lyle'ın trajedisi oluyor. Yönetmenler, cinselliğin ve başka şeylerin bastırıldığı toplumlarda toplumsal infiallerin sert biçimde dışarı çıktığını gösteriyorlar bu tutucu toplum aracılığıyla. Gerçekten bu toplum ikiyüzlü. Şu atasözündeki gibi: Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı; aynen öyle... Büyük Alman yönetmen Fritz Lang da 1936 yılında "Fury-Öfke" filminde Amerikan toplumundaki önyargı ve linç olgusunu ele almıştı; anımsatalım.

    Yönetmenler, estetik olarak, parlak güneşin altında renkleri alabildiğine sert ve koyu yansıtmışlar. Neredeyse renklerin ara tonları silinmiş gibi. Grenler de elle dokunuluyor gibi capcanlı. Kamerayı da omuza alıp çerçeveleri özgür bırakmışlar. Film, Amerikan bağımsız filmlerinden çok, 1970'lerin Avrupa filmlerinin tadını veriyor. Renkleri, kamera kullanımı, oyunculukları ve içeriğin yansıtılışıyla. Birileri, onca toprak var işçiler nerede, diyebilir. Toprağın (ve sinemanın) dilini anlamlandıramayanlar hasat mevsiminin de ne olduğunu bilemezler. Sıradışı bu film görülmeyi hak ediyor...

    Ali Erden

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top