Göstermenin Sorumluluğu
Yazar: Onur Kırşavoğlu2000’li yılların en popüler yönetmenlerinden biri olan ve kimilerine göre farklı türde başyapıtlar ortaya çıkararak yeni Kubrick unvanını hak eden Christopher Nolan, yeni filmi Oppenheimer’la sinemalardaki yerini aldı. Atom bombasının icadının öncesi ve sonrasında yaşananları, bombanın mucidi J. Robert Oppenhemier’ın gözünden anlatan film, üç saatlik süresine rağmen tempolu ve gerilim yüklü süresiyle izleyicileri bir an bile sıkmayan bir akışla karşılıyor. Başrollerinde Cillian Murphy, Robert Downey Jr., Emily Blunt, Matt Damon, Jason Clarke ve Alden Ehrenreich gibi isimlerin yer aldığı filmin küçük rollerinde ise sürpriz isimler karşımıza çıkıyor. Filme geçmeden önce Oppenheimer’ın Barbie filmiyle birlikte sinema salonlarına daha ön satışta nefes aldırdığını ve açılış rakamlarının rekor seviyelerde olduğunu söyleyelim. Dijital platformlardan kopup salonlara dönecek yerli filmlerin de etkisiyle, inanıyorum ki sinemalar eski gücüne kavuşacaktır.
Nolan filmlerinin alameti farikası olan biçimsel kusursuzluk bu yapımda da yine ön plana çıkıyor. Sinematografinin hikayeye kusursuz yardımı, müziklerin enfes etkisi, temponun üç saatlik süreye rağmen hiç aksamaması ve atmosferin gergin ama konsantrasyon anlamında tetikleyici kurulması filmin biçimsel anlamda bir başyapıt seviyesinde olmasını sağlıyor. Bunlara ek olarak, sarmal kurgu ve çoklu anlatımın müthiş kotarılması izleyici için gerçek bir sinema hissiyatı veriyor. Oppenheimer’ın ayak izleri, atom bombası sonrası yaşanan süreç ve bu sürecin devamındaki gelişmeler paralel bir kurguyla ve hiç rahatsız etmeden üç saat boyunca akıyor. Oppenheimer’ın duygu durumu değiştikçe aralara giren “kare saniyeler”in tonu da bir hayli başarılı. Atom bombası deneme sahnesi de yine biçimsel anlamda adeta bir gövde gösterisi ve çok konuşulacak. Fakat, bu gövde gösterisinin içerik anlamı da bir hayli önemli ve aynı başarıyı bulmak güç. Onu yazının devamında tartışacağız. Kısacası, teknik dallar ve özellikle kurgu için şimdiden Oscar tahminlerini güçlendirmekte fayda var diyebiliriz.
İçerik meselesine gelecek olursak; Nolan’ın gösterdiği ya da göstermediği şeyler, finale doğru takındığı steril tavır biraz rahatsız edebilir. Atom bombası çalışmalarının yapıldığı Los Alamos’ta minik bir araştırmayla bulunabilecek zararlar filmde neredeyse hiç yok. Halk çok kısa sürede evlerinden edildi ve çiftlikleri talan edildi ama Nolan işin bu kısmıyla hiç ilgilenmemiş. Bu kısma hiç yer vermediği gibi Oppenheimer ve atom bombası konusunda da kafası karışık bir noktayı tercih ederek bu dertlere hiç girmek istemediği gösteriyor. Bu bilinçli tercih, biçimsel güçle belki meşrulaştırabilir ama daha sert bir senaryo beklemeye de her izleyicinin hakkı var.
Oppenheimer ve Strauss hattında herkesin her söylediği doğru bir yere çıkabiliyor ve netice olarak aslında herkesin kötü olduğu sonucu doğuruyor. Bombayı yapanlar, kullananlar ve aracı olanlar... Herkes neyin ne olduğunu çok iyi biliyor ama vicdan muhasebesi için ego savaşlarından dolayı epey geç kalıyor. Nolan, bu noktada Oppenheimer konusunda net bir hissiyatı izleyiciye geçiremiyor. Bomba atıldıktan sonraki kutlama sahnesi nefretimizi ve duygularımızı harekete geçiriyor ama baş karakter için empati kurma pakedini de beraberinde getiriyor. Bu empati kısmı filmin en hassas noktası. Zira, empati kurmamız istenen kişi 200.000 kişinin ölümüne sebep olan bir bomba mucidi. Daha sonrasında ise Hidrojen bombasına karşı çıktığı için aforoz edilen ve itibarsızlaştırılmaya çalışılan bir fizikçi. Bilim insanı ve egosu yüksek biri, bomba üretimi de olsa işine sımsıkı sarılmalı mıdır? Nolan, kendi sinemasal büyüklüğüyle, Oppenheimer’ın bilim adamı büyüklüğü arasında bir bağ kurmuş olabilir mi? Nolan, orta yolcu görünen bir senaryoyla derdini ne kadar anlatabilir? Bu tartışmalar film çıkışı dost meclislerinde uzun uzun konuşulacaktır.
Film, Oppenheimer ekseninden hiç şaşmıyor ama soğuk savaş dönemine, McCarthy meselelerinin ayak izlerine, Nazi gerilimine ve elbette ABD-Japonya savaşına da uğruyor. Daha doğrusu uğramış gibi yapıyor. Hatta John F. Kennedy’nin gelişine de ufak bir göz kırpmayı ihmal etmiyor. Tüm bunları yaparken, mahkeme gerilimi atmosferini de iki farklı konseptte çok iyi kullanıyor. Aslında, gerilimi yüksek bir biyografi ve mahkeme sosunu iyi kullanıyor desek. Yanına da pek politik olmadığını söylesek sanırım yanlış olmaz. Gerilimlerin geçişi ise oyuncuların harika performanslarıyla daha kolay hale geliyor. Cillian Murphy, Robert Downey Jr. ve Emily Blunt başta olmak üzere kusursuz performanslar izleyiciyi karşılıyor. Bu üç oyuncunun Oscar adaylığı elde etmesi ziyadesiyle sevindirici olur. Sürpriz oyuncuların küçük katılımları da oldukça keyifliydi ve bazılaru kilit rollerle karşımıza çıktılar.
Son tahlilde, yılın en önemli filmlerinden birini izlediğimizi söylemek yanlış olmaz. Biçimsel anlamda zaten her zamanki gibi sağlam bir iş var ve hikaye anlatıcılığı noktasında yine herkesi mest edecek bir yapım Nolan filmografisine eklenmiş. İçerik kısmında birçok izleyici hayal kırıklığına uğrayabilir, hatta peliküle aktarılan tüm detaylara rağmen Nolan için biraz yumuşak kaldığını söyleyenler de çok olacaktır. Hatta, bu anlamda filmle bağ kuramayıp bol kullanılan diyaloglar üzerinden nefreti körüklenenler olabilir. Amerikan eleştirmenleri içinse muhtemelen yılın en iyi filmi olarak anılacaktır. Politik bakış açısı ve aidiyet duygusu, bu film için tamamen farklı bir sonuç ortaya çıkaracak. Bu meseleler umurunda olmayan ve salt sinema hissiyatıyla salona gidenler ise harika tempo ve biçimsel başarı karşısında kendilerine üç saatlik bir ödül vermiş olacaklar. Ne dersek diyelim, Nolan, popüler sinemanın zirvesindeki yönetmenlerden biri. Sinema tutkusu ve becerisi bazen harika sonuçlar ortaya çıkarıyor. Bu filme de kayıtsız kalmak güç. Hayal kırıklığı yaratan Tenet sonrası Oppenheimer, Nolan filmografisi içinde şerh konan özelliklerine rağmen ileri bir hamle olarak kabul edilebilir. Bunların dışında, Hem Nolan hem Gerwig için sinema salonlarını bağlamında büyük bir teşekkür etmek gerekiyor. Yaşasın sinema!