"Saat 00:21. Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız"
Yazar: Hande KaraHer ne kadar sinema / televizyon alanında ilk işi İyi Seneler Londra olsa da, ben Berkun Oya ismini ilk kez Son dizisinin senaristi olarak görmüştüm sanırım. Lost’un flashforward mirasını bir yerli diziye taşıyan Son, bundan on sene yayınlanan diziler arasında benim için parıl parıl parlayan bir işti ve bunun yegane müsebbibi senarist Berkun Oya’ydı. Son’la birlikte Oya’yı takip etmeye, oyunlarını izlemeye başlamıştım. Yıllar sonra Masum ile küçük ekrana döndüğünde çok heyecanlanmıştım. Blu Tv’nin lansman işi olan Masum, Berkun Oya’nın Bayrak isimli oyunundan uyarlanmıştı, dijital platformların Türkiye’deki ilk orijinal işlerinden biriydi ve tek kelime ile harikaydı. Diziyi başkalarına da izletirken, üç kez daha baştan sona izledim mesela. Keza Masum’un ardından gelen Bir Başkadır, Berkun Oya’nın kendini en çok gösterdiği işlerinden biriydi zira bu kez yönetmen koltuğunda da kendisi vardı. Bir Başkadır’dan iki yıl sonra Cici isimle filmle karşımıza çıkan Oya, bu kez çocukluk travmaları ve bellek üzerine yoğunlaşan bir aile hikayesi anlatıyor bize.
80’lerde, taşrada yaşayan üç çocuklu bir aile ile tanışıyoruz. Despot bir baba, çocuklara kol kanat geren bir anne, 15-16 yaşlarında bir genç kız, 10-12 ve 6-7 yaşlarında bir erkek çocuğu. Ölen bir tanıdıklarının hayatta kimsesi kalmayan oğullarına iş veren despot baba, sonu gelmeyecek bir kıyas ve travmaların da fitilini ateşleyince başlıyoruz filme. (Evet ortada yaşanan bir olay var olmasına da, gerçekten o kadar travmatik mi yaşananlar ya da fazlası var da biz mi görmedik?)
Bir Başkadır’ın jeneriklerinde kullanılan arşiv görüntüleri, bu kez hikayenin tam içinde. TRT’nin tek kanal olduğu ve tv yayınının gece yarısında İstiklal Marşı ile kapanışını yaptığını dönemdeyiz. Ara sıra gördüğümüz flashforward sahnelerle (tam olarak flashforward diyebilir miyiz emin değilim, zira sahneleri; gözün görmeyeceği saniyenin yirmi dörtte biri kadar olmasa da, yine de saniyelik anlarda görüyoruz) bu ailenin hikayesinin günümüze kadar geleceğini anlıyoruz anlamasına da, o günümüz bir türlü gelemiyor. Geldiğinde de akmıyor maalesef. Berkun Oya’nın uzun hareketsiz planlarına Bir Başkadır’dan ne kadar alışık olsak da, Cici’de bu durgunluk yer yer rahatsız edebiliyor. Zira filmin süresi az buz değil, 151 dakika. Üç bölümlük mini dizi olur mu, olur. Bu uzun sayılabilecek süreye hikayenin giderek zayıflaması da eklenince, geriye muhteşem oyuncu performansları kalıyor.
Filmin en zayıf (?) oyunculuğu Yılmaz Erdoğan desem mesela inanır mısınız? Zayıf derken; çocuk ve genç oyuncular dahil, herkes o kadar iyi ki, Yılmaz Erdoğan’ı bir süre sonra unutuyorsunuz. Örneğin Saliha’nın kızı Naz’ı oynayan tiyatro kökenli Şevval Balkan çok doğal bir oyunculuk sergiliyor. Filmin künyesinde çocuk oyuncuların isimleri yer almıyor, Netflix bültenlerinde de denk gelmedim. O yüzden isimlerini anamıyorum ama hepsi harikaydı, tek tek tebrik ederim. Keza, Nur Sürer’in devleştiği, Fatih Arrtman’ın yine harika asabiyetini sergilediği, Olgun Şimşek’in hem sesi hem oyunculuğu ile büyülediği, Funda Eryiğit’in Bir Başkadır’daki karakterine benzemese de yine taşralı ev kadını halleri uyumlu bir kadro çıkarıyor ortaya. Okan Yalabık derseniz, o da geleceğin yönetmeni Kadir rolünde hiç fena değil. Tabii herkesin bu kadar iyi oyun vermesinin altında, Berkun Oya’nın başarılı oyuncu yönetiminin yattığı da apaçık. Bir de birbirine aşina olan isimler tabii.
Bir filmin süresinin uzunluğu amaca hizmet ettiği sürece, benim için kesinlikle bir olumsuz değerlendirme kıstası olamaz. Evet Cici, oyuncuların başarılı performansı sayesinde 2,5 saatlik süresini size çok da hissettirmeden izlettirmeyi başarıyor ama bu hikaye iki saatte anlatılır mıydı? “Evet”, bir şey kaybeder miydi? “Hayır” derim. Filmin kendisine seçtiği pitoresk doğa fonu, oldukça başarılı planlara ev sahipliği yapıyor. Keza yine başarılı sanat yönetimi sayesinde, hikayenin geçtiği evin yıllar içindeki değişimine de tanık oluyoruz.
Yazının devamı sürpriz bozan içerebilir.
Filmde beni en rahatsız eden ve mantıksız gelen kısım şu oldu aslında. 15-16 yaşına kadar taşrada öyle bir hayat yaşamış bir genç kız, 25 yıl geçmiş olsa bile Ayça Bingöl’ün canlandırdığı, 40’lı yaşlarındaki Saliha kadar modern olamaz. Kadir ve Yusuf için durum öyle değil, zira onlar daha küçükler ve eğitimlerinin büyük bölümüne şehirde devam etmişler (yani muhtemelen). Bu fikrim umarım yanlış anlaşılmaz ancak, demek istediğim şey; biraz da Saliha’nın karakteri ile ilgili. Saliha zaten taşradan gitmek isteyen, baba evini bırakmak isteyen bir kız değil. Annesine gitmeyelim diye yalvardığını görüyoruz, tabii burada esas motivasyon sevdiği çocuk ama yine de köklerine böylesine bağlı bir genç kız, şehirde okuduğu birkaç yıllık lise hayatından sonra, gerek kültürel gerek karakter olarak o kadar değişim geçirmez, o kadar kolay uyum sağlayamaz. Özellikle Saliha'nın gelenek ve modernizm arasında sıkışmışlığını görmek isterdim. Bu noktada aklıma direkt Yılmaz Erdoğan’ın Ekşi Elmalar’ı geldi mesela.
Cici sizi finale doğru götürürken, ailenin büyük bir sırrı olduğunu anlıyorsunuz tabi ve merakla çözüm anını bekliyorsunuz. Ancak o büyük sırrı öğrendiğinizde, Betamax videodan kayıtları izleyen aile fertleri gibi donup kalmıyorsunuz, daha büyük bir şey bekliyordunuz belki, en azından ben bekledim. Ha bu arada donup kalanlar olduğuna da eminim, zira filmi Netflix’in özel gösterim düzenlediği çok rahat bir salonda, basın, yönetmen ve oyuncuların katılımıyla izledim. Film bittiğinde salonda çıt çıkmıyordu. Bu tepkisizliği bir süre neye yoracağıma karar veremedim açıkçası. Finalin herkesi darmadağın etmesine mi, boşluğuna mı, uzun sürenin uykuları getirmesine mi bilemedim. Bana kalırsa zayıf bir finaldi. Hoş tabii ki, her final bize bir sır, bir çözülme vermek zorunda değil ama vaat ediyor ve yapamıyorsa orada biraz hayal kırıklığı yaşanıyor ister istemez.
Son olarak filmin Bir Başkadır ile yeniden meşhur olan Ferdi Özbeğen gibi büyük bir müzik kozu yok. Aslına bakarsanız var ama yok. Filmde birkaç sahnede Bergen’in en sevilen şarkılarından biri olan “Acıların Kadınıyım” çalıyor. (Bu arada SAliha'nın bu şarkıda dans ettiği sahnede annesinden yediği ayar çok iyiydi, duygulara tercüman.) Cici’yi Bergen biyografisinden önce izlemiş olsaydık (film muhtemelen pandemi başında çekilmeye başlanmış ve ancak şimdi yayınlanabilmiş) Ferdi Özbeğen kadar olmasa da bir hype olurdu. Ancak o rüzgar, esip geçti maalesef.
Berkun Oya; Bir Başkadır’da yaptığı gibi eklektik bir açıdan anlatmıyor hikayesini bu kez, siyasi bir fonu da yok hikayenin. Ama elbette yine çok nostaljik. TRT arşivinden çıkıp gelen görüntüler, Kemal Sunal’ın Postacı filmi, İstiklal Marş’lı yayın bitişi ve TRT’nin meşhur kapanış ekranı, Almanya'dan gelen el kameraları, betamax video ve kasetler gibi nostaljik referanslar, elbette biz 80’ler çocukları için çok özel. Berkun Oya da hep özel.
"Saat 00:21
Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız."
Hande Kara