"Geçmiş değil, bugün gibi.."
Yazar: Hande Karaİlk gösterimini Sundace Film Festivali’nde yapan ve o günden bugüne hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin büyük beğenisini kazanan, hatta ödül sezonunda da adı geçen filmlerden Past Lives, belki de büyük beklenti ile izlediğimden (kişisel deneyimlerimin de etkisiyle) beni hayal kırıklığına uğrattı. Celine Song’un elinde güzel bir hikaye var, o da bunun farkında. Filmin fikri Song'un aklına, East Village'daki bir kokteyl barında otururken, Seul'den gelen ve sadece Korece konuşan eski sevgilisi ile sadece İngilizce konuşan senarist kocası Justin Kuritzkes'in arasında sıkışıp kaldığı bir anda gelmiş. Yani Nora'nın hikayesi birçok yönden Song'un hikayesini yansıtıyor.
İşte böyle yarı otobiyografik bir hikayeden yola çıkılarak çekilen Past Lives, dokunaklı bir kaç ana sahip olsa da, ikna edicilikten uzak bir anlatıya sahip. Ya da zaten esas kızın gönlünde ikna olabileceğimiz bir aşk yok; ne çocukluk arkadaşına, ne de eşine karşı. Zira ortada karşılıklı bir aşkmış gibi gösterilmek istenen ancak dengesiz bir aşk üçgenini anlatan ve manipülatör olarak tanımlayabileceğimiz ana karaktere sahip bir hikaye var.
Past Lives iki dış sesin, barda gördükleri bir kadın ve yanındaki iki erkek hakkında konuşmaları ile başlıyor. Bu iki kişi, yakında kim olduklarını öğreneceğimiz bu üç kişinin aralarındaki ilişkiyi tahmin etmeye çalışıyor. Oyun yazarı Nora, eşi Arthur ve çocukluk aşkı Hae Sung, hikayemizin üç kahramanı. Bu dış sesli açılış tam olarak bir dördüncü duvarın yıkılması örneği olmasa da, bende bu izlenimi bıraktı ve filmin dünyasına baştan girmekte zorlandım.
Past Lives; kimlik, kültürel bağlar ve köksüzlük meseleleri üzerinden ele aldığı hikayesini üç zaman çizelgesinde anlatıyor. Nora ve Hae Sung, Güney Kore’de doğup büyümüş iki çocukluk arkadaşı. İkili arasında sürekli bir rekabet var ama Nora hep baskın olan taraf. Nora 12 yaşındayken ailesi ile birlikte Kanada’ya göç ediyor ve Hae Sung ile iletişimleri kesiliyor. Ta ki 12 yıl sonra Nora’nın Facebook’ta onu aramaya başlamasına kadar. Nora New York’ta yaşayan bir oyun yazarı olmuş, Hae Sung orduda. Skype üzerinden iletişim kuruyorlar ve geride bıraktıkları yılları telafi etmek istercesine hayatlarını paylaşmaya başlıyorlar. Ancak bir süre sonra Nora, kariyerine odaklanmak isteyip, bir uzak mesafe ilişkisi sürdürmek istemediğini öne sürerek görüşmeye son veriyor ve ikilinin yolları tekrar ayrılıyor.
Bundan on iki yıl sonra, günümüzde Nora'nın artık yazar kampında tanışıp evlendiği Amerikalı kocası Arthur ile birlikte yaşadığı ve Hae Sung'un büyük ihtimalle Nora'yı tekrar görmek için bir bahane ile tatile geldiği New York'ta tekrar buluşuyorlar. Ve New York’ta Before Sunset vari bir gün geçiriyorlar. Veda günü gelip çattığında ise bu üç insan bir araya geliyor ama her şey Nora'nın istediği gibi oluyor. Nora istediği zaman, onun istediği yerde, onun istediği koşullarda.
Filmin ana ikilisi, pek de romantik olmayan bir ilişkinin gizemleriyle meşgulken, Nora da göçün belirsizliklerini omuzluyor. Yıllar önce bir yazar olma hayali ve ödüller kazanma umuduyla (Nobel, Pulitzer, Tony) ardında bıraktığı hayat ve kültürle, şu an yaşadığı hayat ve kültür arasındaki bir boşlukta duruyor ve eşini arkadaşına (arkadaş diyorum, zira sevgili olmadılar aslında arkadaş da sayılmaz ama bir tanıdıktan da fazlası), arkadaşını eşine tercüme ederken bu boşluğun derinliği ortaya çıkıyor. Nora bence eski hayatına tam anlamıyla veda edebilmek için de, Hae Sung’u kullanıyor. Evet yarım kalanlar hep çekici, söylenmeyenler hep acı ve ihtimaller denizi bir balıklamaya bakıyor ama Nora o denize atlamıyor ve güvenli limanından asla ayrılmıyor.
Hikayesinin odak noktasını her ne kadar Kore’deki In Yun inancından (iki insanın birbirini bulmasının, binlerce yıl önceden gelen rastların sonucu olma hali) alsa da, Nora’nın Arthur ile tanıştığı yazar kampındaki gece flört ettikleri sahnede; In Yun’ı Korelilerin yabancıları tavlama tekniği olarak kullanmalarından bahsetmesi, izleyici olarak bizi “kader ağlarını örer” düşüncesinden anında uzaklaştırıyor. Sonuçta elimizde filmin ana fikri ile dalga geçen bir baş karakter var, bizim bir suçumuz yok. Ya da belki bu Nora’nın kaderi inkar etme şeklidir.
İşte bu açılardan baktığımda da filmin hemen her duygusu benim için havada kalıyor ve güzel bir what if (peki ya) hikayesi ve birkaç güzel sahneden ileri gidemiyor. Bazı sahnelerde tercih edilen özensiz kadrajlar, filmin genelinin oldukça kontrollü ilerlediği düşünülünce sırıtıyor. Üstelik oyuncuların özellikle Nora’yı oynayan Greta Lee’nin sert mizacı filmin romantizmi alevlendirme çabalarını da boşa çıkarıyor. Filmin bu kadar beğenilmesinin ardında, herkesin eli yüzü düzgün, sessiz sakin ve geçmişe öykünen romantik bir film izleme isteği olduğunu düşünmekten başka bir şey gelmiyor aklıma.