Gözüme baka baka!
Yazar: Banu BozdemirStephan Castang imzalı Vincent Ölmeli / Vincent Must Die, prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası’nda yapan, biraz Bunuel, biraz Carpenter etkileri taşıyan; aynı zamanda zombilik, distopik bilim kurgu ve hatta zaman zaman romantik komedi sularında dolanan bir film. Yabancılaşmanın neşeli yanlarını taşıdığını bile söyleyebiliriz. Film seyirci açısından bir şaşkınlıkla başlıyor; Vincent’ın şaka yollu kahve istediği stajyerin bilgisayarla Vincent’a saldırmasını bir stajyer başkaldırısı olarak algılayabiliriz ama başka bir iş arkadaşının eline kalem saplaması başka boyutta bir şeylerin yaşandığının habercisi oluyor. Onu öldürmek isteyen bir azimli sürücü, karşı apartmandan kendisine fincan fırlatan bir adam ve apartmandaki çocukların saldırısıyla Vincent biraz gözlerden uzak kalması gerektiğine karar verir.
Koca gözleri, masum yüzüyle niye hedef haline geldiğini anlamadığımız Vincent sonrasında göz göze geldiği insanların kendisine şiddet eğilimine geçtiğini fark ediyor. Bir nevi bakışma virüsü etkisi altına giren insanlar, zombi gibi, bilinçsiz bir çekimle saldırı moduna geçiyor. Filmi izlerken yönetmenin, bakışmayı kesmek için neden gözlük gibi kolay bir argümana başvurmadığını düşündüm ama sanırım gerçekten de basit çözüm olurdu. En azından bazı durumlarda başvurulacak bir aksesuar olabilirdi gözlük! Ya da Vincent bazı kişilere karşı efsunlu mu diye düşünmeden edemiyorsunuz. Mesela babasıyla kaç defa göz göze gelmesine rağmen bir reaksiyon yaşanmadı. Aile üyeleri arasında olmuyor mu? Ya da göz temasından kaçması, gözün yere indirilmesi gereken bazı yerlerde Vincent buna yeterince özen göstermiyor. Bu da senaryodaki kaçak durumlara işaret ediyor!
Film bütün kavga ve sorunun ne olduğunun çözümünü kademe kademe bize sunarak, yani varoluşsal bir alegori olarak çekiciliğini kaybederek, bir nevi hayatta kalma filmi haline geliyor. Tabii araya şaşırtan, tiksindiren kavga sahneleri koymayı da ihmal etmeden. Foseptik tankından sızan yığının içinde bir yabancıyla hayatının en kirli ve en sebepsiz kavgalarından birini ediyor! Bu durumda bile isyan etmiyor Vincent, amacı sadece hayatta kalmak odaklı çünkü!
Bunun Vincent’a has bir durum değil, bir salgın olduğu fikriyle tanışmamız ise Joachim sayesinde oluyor. Ona akıl hocalığı yaparak yalnız olmadığını, aynı durumda olan kişilerin The Sentinel adlı bir topluluk kurduklarından bahsediyor. Ve ona bir köpek almasını salık veriyor. Ona saldırmaya hazır bir kişi varsa, bir hırıltı yayan, sevimli bulldog hayatının merkezi haline gelir. Hayatı daha çok kaçış şeklinde yaşayan, silik, çok da görünür olmayan Vincent’ın bir yandan da insanların ona yönelmesiyle ilgi odağı olduğu kısmını da atlamayalım. Bu kısımdan bir aşk bile doğuyor. Lokanta garsonu Margaux ile aralarında gelişen romantizm çok olası gelmese de, kavgayı durdurma yöntemleriyle (elleri bağlama) aralarında bir ilişki yaratmayı başarıyorlar! Bu durumda bile gözlük devreye girmiyor!
Senarist Mathieu Naert ve Castang’dan beklentimiz biraz daha The Sentinel grubunun mitolojik yapısını açımlamak olabilirdi. Sosyal medya hesaplarını kapatmak, yaraların için kendini dikmeyi öğrenmek, izole olmak ve köpek edinmekten daha başka açılımlarla hikaye daha farklı bir yere gidebilirdi ama bizi şartlanmış bir zombi yığınının içine bırakmayı tercih ediyorlar! Bu da olası kaçakları daha da ortaya çıkarıyor. Yine de filmden alabileceklerimiz bir hayli fazla. Pandemi sonrası ofislerin sarsılan hakimiyeti, salgının boyutsuzluğu ve sosyal medyanın geri planda kalan etkisi üzerine de kafa yorulabilir ama filmin ana mesajı yabancılaşmanın geldiği noktanın can yakıcı olduğu kadar komik yanlarının da olduğu…
twitter.com/banubozdemir