Dağlardan Sorun Beni!
Yazar: Banu BozdemirLe Otto Montagne / Sekiz Dağ filmi, iki adamın yıllara yayılan dostluğunu, bir dağın oluşum süreci gibi ince ince, uzun yıllara yayılan bir yoğunlukta anlatıyor; geçmiş yıllarda yağan karı bile özünde saklayan, yeşillenen, paylaşan ve çoğu zaman saklayan dağların içine, iki bünye üzerinden güzel bir aktarım yerleştiriyor. Paolo Cognetti’nin ödüllü romanı üzerinden adeta bir meditasyon deneyimi sunan film, İtalyan Alplerine yaslanmış Mont Blanc ve Mattherhorn yamaçlarında geçiyor. Filme adını veren Sekiz Dağ Nepal’in en yüksek sekiz zirvesine gönderme yapıyor. Belki de zirvede kalmaya çalışan ruhlara, dünyevi hırs ve keşif duygusuna…
Hikayenin başına dönersek, seksenli yılların naifliğinden ilham alan filmimiz, şehirli bir çocuk olan Pietro’nun küçücük bir dağ köyü olan Grana’ya adım atmasıyla başlıyor. Orada köyün tek çocuğu Bruno ile derin bir arkadaşlık kuruyor, hatta bu arkadaşlığa ailelerin katılması Pietro ve Bruno arasında kendiliğinden kurulan arkadaşlığa zarar verici bir boyuta taşınıyor. Pietro şehirde canı sıkılan, Grana’ya geldiğinde ise maceradan maceraya koşan bir çocuk, Bruno ise o hayali ve muhteşem dünyanın iş kısmında, çalışmak zorunda bir çocuk. Hayvan otlatmak, sağmak vs. Onu şehre götürmek isteyen Pietro’nun ailesinin peşine takılmaya hevesleniyor ama babası buna ket vuruyor.
Pietro, çocuk aklıyla Bruno’nun dağlara ait bir kişilik olduğunu düşünür ve öyle de olur. Bruno bir şekilde dağlara sığınır, saplanır, edilgen bir biçimde kendisini dağların kollarına bırakır. Pietro ise büyüdükçe daha gezgin bir hal alır. Duyguların arka planında, doğaya bırakılan ayak izlerine eşlik ettiği hikayede meditatif bir duyguyla dağları adımlıyoruz. Her manzaraya bir iç çekişle bir parçamızı uzatıyor ve hayat yolculukları zaman zaman parçalansa da birbirlerine çok derin duyguyla bağlı iki arkadaşın hikayesine saygıyla yaklaşıyoruz. Ve filmin samimiyet konusundaki tasvirine sonsuz bir teslimiyet sunuyoruz
Tabii film, çoğu filmde rastlanması muhtemel baba sorunsalı üzerinden de karakterlerini geliştirip büyütüyor. Pietro şehirde tam bir iş insanı olan ama dağlarda sağlam bir dağcı ve keşifçi moduna giren babasını affedemiyor; çünkü babası daha sert, daha dayanıklı ve doğa insanı olan arkadaşı Bruno’dan daha fazla etkileniyor. Beraber rota yaptıklarını, zirveye tırmandıkları öğrenince babasıyla konuşmama yolunu seçiyor, babasının iki çocuğun yollarını ayırdığını düşünüyor. Ama Bruno bir yerde duruyor, tıkanıyor, dağların gelişim süreci gibi yolculuğunu tamamlamış hissediyor. Bu da iki çocuğun çocukluktan çıkıp otuzlu yaşların ortalarında, yarım kalan ilişkilerini tekrar inşa ettikleri dönemin sonlarına rastlıyor. İkili Pietro’nun babasının bıraktığı harabe kulübeyi inşa ederken, dostluklarını da yeniden inşa etme yolunu seçiyor ki bir nevi başarılı olduklarını da söyleyebiliriz.
Filmin dolambaçlı, ağır ve sindirmeye hevesli, bazen tekrarlı bir temposu mevcut. Bu zaman zaman heyecanımızı bozsa da iki adamın hikâyelerinin detaylarına inmek dokunaklı bir anlatım sunuyor. Örneğin Pietro’nun şehirden arkadaşları kulübeye geldiklerinde, Bruno şehirli insanların yaşam alanlarına yükledikleri genel anlamlardan rahatsız oluyor, onun için doğa çok genel bir tabir. Doğa yerine dağ, ağaç, yamaç, göl vardır ve bunlar onu yaşatan şeylerdir. Gerçekten de Bruno dağlardan başka bir yere ait olmadığını düşünür. Bu kımıldamaz tutku karşısında Pietro dünyayı dolaşmaktan suçluluk duysa da iyi bir denge kurduğuna emin. Bruno, Pietro’nun ondan etkilenen kız arkadaşıyla evlenir, çocuğu olur ama büyümeyi reddeder. O dağların içinde butik kalmayı tercih eder, oysa karısı şehirli bakış açısıyla dünyalarını büyütmenin derdine düşer. Bu Bruno’nun yıllardır kaçtığı şeydir ve yine kaçar… Yönetmen Felix van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch aktardıkları hikayenin dünyasının o kadar farkındalar ki, çarpıcı geniş çekimlerin içine insanı minyatür gibi yerleştirmeyi ihmal etmiyorlar.
Bir an daha var ki; çocukken babasıyla çıktıkları dağa tırmanma anlarında zirve korkusu yaşayan, dağın kıvrımları arasında boğulan Pietro, Bruno’yla kulübeyi inşa ettikleri sırada karşıdaki Grenon Dağı’nın zirvesine ulaşmanın ne kadar süreceğini sorar, hemen tırmanmasını söyler Bruno da… Attığı her adımda hafifler, biriktirdiği, kızdığı, yapamadığı şeyleri atar, dans eder gibi tırmanır zirveye. Bu da filmin etki eden anlarından biridir. Tabii Bruno’nun kendini dağlara teslim edişi de benzersiz ve çarpıcı anlardan biri. Yönetmenler bizlere pastoral bir balad sunarken, neşeli, duygusal, mucizevi anlar kadar zorlu ve trajik anları da getiriyorlar karşımıza. Daniel Norgren’in şarkıları ise filmin meditatif yönünü destekler nitelikte içimize sızıyor. Alessandro Borghi ve Luca Marinelli filmin yükünü sırtlayan dağ gibi oyunculuk sunuyorlar.
twitter.com/banubozdemir