Aydınlık hayaller kurmak yerine, karanlığın bilincine varmak!
Yazar: İdil Hazal AcarHindistan’ın 30 yıl sonra Cannes’da, ana yarışmasında yer bulabilen ilk filmi olan Payal Kapadia eseri “Aydınlık Hayallerimiz”, gerçekten de Hint Sineması’nın içine güneş gibi doğarak aydınlatan bir film. Kapadia, üç yıl önce yine Cannes’da belgesel yarışmasında L’Œil d'Or ödülünü, ilk filmi “Hiçbir Şey Bilmediğimiz Gece” ile kazandığında gelecek yıllarda ismini sıkça anacağımız bir yönetmen olduğunu belli etmişti. İlk filminde bir belgesel içinde kendine yer arayan zarif ve şiirsel anlatımı, kurmaca uzun metrajda tam yerini bulmuş. Nitekim 39 yaşındaki yönetmene Cannes Grand Prix’si gibi prestijli bir ödül getirdi. “Aydınlık Hayallerimiz”, Oscar adayları arasına katılamasa da pek çok seçkiye göre yılın en sevilen filmlerinden biri oldu.
Filmin yarattığı bu heyecanın, eski Hindistan’ın içinde yeni bir ses yakalamış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Anlatının merkezinde yeni Mumbai’ın (eskiden hatırladığımız ismiyle Bombay’ın) karanlık sokaklarının olması bir tesadüf değil. Bombay ismi, dünya genelinde öyle kötü anılıyordu ki, eski ismin değiştirilip 1995 yılında tanrıça Mumba’nın ismini onurlandıran Mumbai isminin şehre verilmesiyle adeta yeni bir başlangıç yapıldı. Fakat Hindistan’ın gerçek tanrıçaları olan Hint kadınlarının bu kalabalık şehirdeki yaşam mücadelelerinde pek de bir değişiklik olmadı. Film de açılışını biz izleyicileri bu konuda bilgilendirerek yapıyor. Hindistan’ın dört bir yanından gelen emekçiler; Mumbai’de iş bulmak zorunda kalmalarını, köylerine geri dönemeyip burada zor şartlar altında sabahın karanlığından akşamın karanlığına, bitap şekilde çalıştıklarını anlatıyor. Bu ilk sekans, Türk izleyiciye de aşina gelecektir çünkü 1950 ile 60’ların İstanbul’unu ve köyden kente göçüşü gerçekten anımsatıyor. -Yerli sinemamızda da Ö. Lütfi Akad’ın başını çektiği, benzer bir “göç” teması vardır fakat Kapadia’nın atmosferinden çok farklı bir ışıkta bakarız meseleye.-
Mumbai'de bir hemşire olan Prabha (Kani Kusruti); işine bağlı fakat gergin bir izlenim vermektedir. Bu gerginliğin altında Almanya’ya çalışmak için giden ve bir daha haber alamadığı kocasının kendisinde yarattığı hayal kırıklığıyla başa çıkamıyor olması muhtemeldir. Ruhundaki yaraları gizleyerek tüm kalbiyle işine odaklanır. Yıllardır görmediği kocasından aldığı bir hediye (lüks bir pilav pişirici) ise hayatını alt üst eder. Ayarlanmış evliliğine ve kendisine dair her şeyi yeniden sorgulamaya başlar. Genç meslektaşı ve ev arkadaşı Anu (Divya Prabha); çevresinin onaylamadığı, Müslüman sevgilisiyle fiziksel çekim odaklı bir ilişkiyi sürdürebilmek için ortam aramaktadır. Anu ailesinin kendisini evlendirmek için gösterdiği çabayı görmezden gelir çünkü ayarlanmış bir evlilik istemez. Sevgilisiyle bazen gizlice buluşarak, bazen kılık değiştirerek ve Mumbai’ın karanlık sokaklarında saklanarak gizli bir ilişki yaşadıklarını zanneder. Oysa hastanedeki dedikodu kazanı çoktan kaynamaya başlamış, Anu’nun uygunsuz ilişkisi Prabha’nın bile kulağına gelmiştir. Prabha ve Anu’nun birlikte baktığı kedinin hamile kalması ikisini de kedinin ve yavruların sağlığı konusunda bir aksiyon almaya iter ve kediyi gerçek bir jinekoloğa götürürler. Anu’nun buradaki neşeli ve hatta erkek doktora karşı biraz laubali denebilecek tavırları Prabha’nın artık Anu’yla ilgili düşüncelerini ortaya dökmesine sebep olur ve Anu’nun “hafif bir kadın” olduğu düşüncesi ilk defa dile getirilir. Aynı doktorun Prabha’ya olan ilgisi ve bir ümit bekleyen sözleri Prabha tarafından nazikçe reddedilir. Çünkü o, ortada bir koca olmasa bile evli bir kadındır ve çalışma arkadaşlarının içinde davranışlarına daima dikkat etmelidir. Bir kedinin bile doğasının gereğini yerine getirip özgürce çiftleşebildiği Hindistan’da, iki kadının kendi benliklerini ve cinselliklerini bastırmak zorunda olması aralarında bir köprü kurar, Prabha’nın Anu’dan içtenlikle özür dilemesinin ardından samimiyetleri git gide artar.
Bu esnada Mumbai’nin işçi sınıfının gündemi, tabii ki hemşirelerin de gündemidir: Barınma problemi. Hastanenin aşçısı Parvaty (Chhaya Kadam), kentsel dönüşüm yüzünden 25 yıldır oturduğu evinden çıkarılmaktadır. Parvaty elinde bir tapu olmadığı için evinin kendisine ait olduğunu ispatlayamaz. Mumbai’nin yeni evlerine ödeyebilecek kirayı zaten kazanmamaktadır. Prabha’nın kendi evlerinde kalması teklifini gururlu bir şekilde reddederek tekrar köyüne dönme kararı alır. Evi toplama ve Parvaty’yi köye yerleştirme işlerine Prabha ve Anu birlikte yardım eder. Hep birlikte köye giderler, fakat Anu’nun bu yolculukta gizli bir gündemi de vardır: Nihayet sevgilisiyle baş başa kalabilmek!
Karanlık Mumbai’dan aydınlık kırsala vardıklarında Anu da kendi içindeki aydınlığı bulur. Aşk itiraflarının ardından nihayet dört gözle beklediği vuslata erer ve büyük şehirde bulamadığı mahremiyeti, gündüz vakti bir ormanda bularak sevgilisiyle sevişir. Prabha, Anu’nun sevgilisinin de onlarla geldiğinin farkındadır ancak beklenmedik bir kazanın içinde tetiklediği hislerle hayaller, onu da kendisi ve kadınlığıyla yüzleşmeye iter. Anu’ya normalde vereceği sert tepkiyi vermez. Sonunda, kadınlardan oluşan bu küçük kabile; Parvaty, Prabha ve Anu, sanki üç nesil kadından oluşan bir aile gibi bir araya gelir. Ailenin büyükleri Anu’nun sevgilisini karşılarına alıp onunla tanışırlar ve Anu kendi ailesinde göremediği sıcaklık ve sevgiyi seçilmiş ailesinde, bu güçlü kadınların yanında bulur.
Film boyunca Mumbai’deki karanlık atmosferin aslında işçi sınıfının karanlığı olduğunu düşünmeden edemiyor insan. İşçilerin örgütlenmek için bir araya gelmesi ve şehri yeni baştan dizayn eden inşaat şirketlerinin ilanlarının taşlanması gibi minik sahneler yönetmenin vermek istediği siyasi mesajı dikkatle yerleştirdiği noktalar. Nitekim Jung'un da dediği gibi "Bir insan aydınlığı hayal ederek değil; karanlığın bilincine vararak aydınlanır." Belgesel film yönetmenliğindeki geçmişinden yararlanan Kapadia, çağdaş Mumbai'yi çok ince düşüncelerle tasvir ediyor ve işçi sınıfı aydınlanmasını izleyicisine metaforları başarıyla kullanarak aktarıyor. Buna rağmen film, basmakalıp bir didaktik anlatıya sahip değil. Her karesinde estetik bir dokunuş ve lirizm hissediliyor. Bu gözle baktığımızda Kapadia, kendi referans filmlerini ve yönetmenlerini de saklamamış. Apichatpong Weerasethakul tarzı insanın doğayla bütünleştiği ya da Chantal Akerman’ın kamerasından süzülmüş gibi bir evsizlik ve yersizlik hissinin de sezildiği zengin bir film var elimizde. Bollywood danslarından yorulan gözleri ve kulakları okşayacak, yılın en iyi filmlerinden biri.
İdil Hazal ACAR