Tuhaf, komik ve cesur!
Yazar: Banu Bozdemirİskoç yazar Alasdair Gray’in 1992 tarihli romanından uyarlanan Poor Things / Zavallılar, Yorgos Lanthimos’un tuhaflıklar karnavalında, Frankestein’ın müstehcen, hatta komik ve yaratıcı uyarlamasıyla gönlümüze tutunuyor. Zavallılar, Lanthimos’un diğer işlerine göre daha anlaşılabilir, yaklaşılabilir bir yol tutturuyor ve gittikçe izlemesi keyifli bir hal alıyor! Ve harikalar harikası Emma Stone, Viktorya döneminin Steampunk atmosferinde kendini keşfe çıkmış, bebek beynine sahip yetişkin bir kadın olan Bella Baxter’ı canlandırıyor ve aşamalarını hızlıca tamamlıyor. Film insani ilişkiler kurmanın tuhaf yanlarıyla bezeliyken bir anda bir ışık yakıyor, aslında Bella’nın aradığı kadının özünün, kendi içinde saklı olduğunu söylüyor. Hikaye kendini keşfetme yolculuğundaki bir kadın hikayesi olarak tanıdık gelebilir ama buradaki yönetmenlik dokunuşları onu arşa fırlatıyor! Burada tuhaflaştırılmış bir "Barbie" havası almak bile olası geldi bana!
Lanthimos’un geniş açılarıyla bezeli filmde, Viktorya dönemi Londrasında çılgın bir bilim adamı ve aynı zamanda bir baba figürü olan Dr. Godwin Baxter’la yaşayan Bella ile tanışıyoruz. Baxter yaralı bereli yüzüne rağmen altın kalpli, araştırmacı ve Bella’ya kol kanat bir baba izlenimi çiziyor. Deneyler sonucunda bazı duyguları bastırılmış, bazı uzuvları kontrol dışı kalmıştır ve bu Bella ile aralarındaki baba kız ilişkisini zorunlu olsa da güçlendirir. Yemek yerken sindirim organı çalışmadığı için havaya saldığı koca bir köpük de filmin tuhaflıklar atmosferinde patlayıveriyor. Bella’nın yeni yürümeye, yeni konuşmaya başlayan, tabaklar fırlatan ve acemice dans eden hali yeni bir başlangıcı işaret ediyor, Bella doktora Tanrı diyor ve bu tanım gidişat içinde abartılı kaçmıyor! Bella canına kıydıktan sonra bebeğinin beyniyle yaşamaya başlayan, küçük bir bebeğin beynine sahip, yetişkin vücutlu bir kadındır, tuhaflıklar silsilesi işte tam da oradan başlar!
Filmde Bella’nın ufku genişledikçe, filmin görünümü de değişiyor, onun deneyim ve cesaretini takip ediyor. Godwin’in evinde geçen bölümler çoğunlukla siyah beyazken, Bella’nın adımlarıyla film renk kazanıyor, ama öyle sıradan bir renk değil, sanki bir ressamın fırça darbeleriyle gerçeküstü atmosfere daha da abanan, Viktorya dönemine kartpostal etkisi katan bir atmosferle karşı karşıya kalıyoruz, bu da filmin masalsı stilizasyonunu daha da arttırıyor ve anlık yaşatılan bir sihir numarası halini alıyor. Tabii tüm bu coşkulu değişimler, filmin erkeklerinin kadına düşmansı bakış açısını yumuşatmıyor. Bella, erkeklerin kötülüğünü ve ahlaksızlığını keşfe çıkmış bir günahkar bakire gibidir, ama filmin kadını çoğunlukla cinsel özgürlüğünü kazanma açısından ifade etmeye çalışması da aynı çileli çaba gibi duruyor. Özellikle Paris’te fahişelik yaptığı sırada, müşterilerini kendisi seçmesi konusunda yaptığı çıkışın karşılığını bulamaması ve kıllı, kötü kokulu, yaşlı adamlarla yatması, filmin ısrarcı, şehvetle sarmalanmış, erkek bakışının dayatılması gibi duruyor. Bu anlamda, yönetmenin balıkgözü lenslerinin coşkusuyla daldığı bazı sahnelerde, röntgenci bir bakış açısı burada kendisini var ediyor!
Doktorun evinde dolaşan tavuk kafalı köpeklerle şenlenen atmosfer, Bella’nın gelişimini şekillendirmeye çalışan erkeklerle dolu genelde. Doktorun asistanı Max McCandles’ın varlığı hikayeye aşk ve sıcaklık katarken, onu iddialı bir yolculuğa çıkaran Duncan Wedderburn’un varlığı filmin seks potansiyelini katlıyor ama bir yandan da Bella’nın bağımsızlık arzusuna, özgüvenine, tek başına keşfetme ve rotadan çıkma arzusuna ışık tutuyor. Bella geliştikçe bir ayar verme ustasına dönüşüyor ve bunu o kadar kalıplardan sıyrılmış bir halde yapıyor ki izlemek gerçekten de keyif verici. Bella’nın cinsellikle taçlanan ve entelektüel bir sürüme güncellenen zihni geliştikçe diyalogları daha da keyifli hale geliyor ve Wedderburn’un ‘ampirik’ kelimesiyle yaşadığı karmaşasını izlemek de aynı oranda etkiliyor. Bella mağdur olmayı kabul etmiyor, etrafında biriken kalabalığın ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran masumane bir kişilik olarak başladığı yolculuğuna, okuduğu felsefe kitaplarının da etkisiyle herkesi anlayan bir tanrıça olarak devam ediyor. Sonlara doğru onu intihara iten eski kocasını keçiye dönüştürmesi de filmin absürt ipinin onun ellerine teslim edildiğine işaret ediyor!
Filmin genel duygularından birisi hapsetme. Tanrı babası onu insanlardan kaçırıyor, eve kitliyor, Weddenburn onun ayağını yerden kesmek için gemiyle seyahat etmelerini sağlıyor, eski kocasının tavrı da aynı oluyor, Bella bu anlamda kendini, kendisini tutan ipleri kesen bir kadın olarak var etmenin yollarını buluyor!
The Favourite’den sonra Lanthimos’la bir araya gelen Emma Stone gerçekten de harika, cüretkâr ve kendinden emin bir performans sergiliyor. Bella erkeklerin çoğunluğunun berbat olduğunu, dünyanın acımasız ve yoksul bir yer öğrendiğinde seks yolculuğunun yerini zihin yolculuğu alıyor ve Bella bu anlamda tahtına tam anlamıyla oturuyor. Anakronizmi kullanmaktan korkmayan Lanthimos, filmleri için ortak duygular kurmaktan da vazgeçmiyor. The Favourite ve Dogtooth filmlerinde de güç oyunları, sadizm, şiddet ve seks vardı. Filmde ayrıca biraz Oz Büyücüsü biraz da Marquis Sade havası seziliyor. Dengesizlikleri olan bir film ama keyfi de büyük!
Holly Waddington'ın ilginç gösterişli kostümlerinden Shona Heath ve James Price'ın sıra dışı prodüksiyon tasarımına, Jerskin Fendrix'in nefis müziğine, yetenekli görüntü yönetmeni Robbie Ryan'ın balıkgözü lenslerine kadar film ince dokunuşlar içeriyor. Belli ki Lanthimos çok sevdiği bir karaktere hayat veriyor, bize de bunu her karesinde hissettirmeye gayret ediyor!
https://twitter.com/banubozdemir