Kadınlar tarafından, kadınlar için, kadınlara rağmen…
Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, ülkemiz açısından oldukça karışık duygularla fakat kadın dayanışmasının daha da çok altının çizildiği mesajlarla kutladığımız bu hafta, ‘kadın sinemasının’ radarında “Women Talking” (2022) filmi vardı. Ödüller sezonunda ve Oscar yarışında En İyi Film ve Uyarlama Senaryo kategorilerinde adaylıklarına rağmen pek ön planda olmasa da, kesinlikle üzerinde konuşulması gereken bir filmdi; tıpkı içindeki kadınların kendi geleceklerine dair yaptıkları gibi…
Yaşanmış, gerçek olaylardan yola çıkılarak Miriam Toews tarafından kaleme alınan Women Talking (2018) romanından uyarlanan yapımın senaristliğini ve yönetmenliğini Kanadalı sinemacı Sarah Polley üstleniyor. Küçük yaşlardan itibaren oyunculuk için kamera karşısına geçen Sarah Polley, içindeki sinema aşkını kameranın gerisine, rejiye taşıyan isimlerden. Çektiği kısa filmlerden sonra 2006’da ilk uzun metrajlı işi olan Away from Her filmi ile En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar’a aday gösterildiğinde henüz yirmili yaşlarının sonundaydı. Bu filmi belki heykelciğe uzanamadı ama Polley’in oyunculuktan yönetmenliğe geçen sinema kariyerinde keskin bir köşe taşı olarak yer aldı. Akabinde gelen Bu Dans Senin (2011) ve Stories We Tell (2012) ile yerini sağlamlaştıran Polley, Women Talking filmi ile anlatım dilini olgunlaştırmış ve iyice sakin bir perspektife oturtmuş gibi görünüyor.
Filmin uyarlama senaryosu yaşanmış öykülere dayanıyor dedik; bunu birazcık açmak gerekirse, karşımıza Bolivya'da yaşayan köktenci ve aşırı muhafazakar bir Mennonite topluluğu çıkıyor. Resmi kayıtlara göre 2005-2009 tarihleri arasında Manitoba Kolonisinin mensubu 9 erkek, sakinleştirici kullanarak ya da bayıltarak kendi topluluklarında yaşayan kadınlara genç, yaşlı ve çocuk ayrımı yapmadan sistematik biçimde defalarca tecavüz etti. Üstelik yaptıkları çok uzun süre yanlarına kar kaldı; çünkü kadınların yaşadıkları bu korkunç olaylar ya işledikleri günahlarının Tanrısal bir cezası ya da şeytanın onlara yaşlattığı kabuslar olarak empoze edildi; hatta koloninin diğer kadınları tarafından da mevzuların üstü örtüldü. İnsanın kanını donduran bu hikayede şunu sormadan duramıyoruz; 3 yaşındakilere bile mi? Evet, 3 yaşındaki en günahsızlara bile! Kimse kusura bakmasın ama erkek egemen köktendincilik maalesef 21. yüzyılda dünyanın neresinde olursa olsun ‘yetişkin erkek’ olmayanlara karşı aynı zulüm ile varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bolivya’da yaşanan bu mide bulandırıcı gerçekten, mahkemelere yansıdığı ve gazeteciler olaya duyarsız kalmadığından ötürü, bugün haberimiz var. Dünyanın medeniyetten uzak, iletişimden kopuk ve kadınların sesinin yükseltemediği kimbilir nerelerinde, hangi topluluklarında neler yaşanıyor? İçimize bir damla da olsa su serpmesi adına gerçek olaydaki faillerin yargılanıp cezalandırıldığını da ekleyip, yolumuza Polley’in filmi ile devam edelim.
Sinirleri allak bullak eden hikaye damarını Polley çok iyi yönetmesini biliyor. Film açılışını tecavüzcülerden birkaçının yakalanması ve mevzunun güvenlik güçlerine intikal ettirilmesi ile yaparken, seyirciyi de koloninin öne çıkan kadın karakterleri ile de baş başa bırakıyor. Şimdi koloninin erkeklerinin bir kısmı ya cezalandırılacak (para cezasına çevrilip!) ya affedilecek ya da kadınların, onları bağışlamazlarsa koloniyi terk etmeleri gerekecek; üstelik Kutsal Cennet’e girememe pahasına! “Yerin yedi kat dibine girsin öyle cennet!” diyerek biz sözüme devam edelim. Aralarında oylama yapılıp kolonideki tüm kadınlar adına karar vermesi için 3 grup oluşturuluyor filmde : Hiçbir şeyciler – Kal ve Savaşçılar – Gitmek’ten yana olanlar.
Bu noktadan sonra, filmin yüzde sekseni farklı görüşleri temsil eden bu kadınlar grubunun bir samanlıkta bir araya gelip kaderlerini tayin etme müzakeresi üzerine temelleniyor. Hayatları boyunca erkekler karşısında asla söz sahibi olamamış ve fikirleri asla önemsenmemiş kadınlar, iş kendi aralarında fikir çarpıştırma ve özellikle masum çocuklarının can güvenliğini korumaya gelince öyle bir konuşuyorlar ki… Bu ilkel ama çözüm odaklı toplantının yer yer yükselen tansiyonu, gerilimi, kadınların her şeyi artısı ve eksisiyle masaya koyup değerlendirebilme muhakemesi, sinir bozucu bu hikayeyi, sabırla ve dinginlikle seyretmemize olanak veriyor. İşte reji koltuğundaki Polley’in yönetmen tutumundan kastımız tam da bu. Zira her şeyin büyük bir sinir harbiyle kırılıp döküldüğü bir yapı da ortaya çıkabilirdi ve konunun hassasiyetinden dolayı kimse de bunu, abartıya kaçar düzeyde bulmazdı. Ama Polley tartışmaların sıkıştığı tek mekanı farklı kamera açılarına başvurarak kırmaya çalışıyor. Üstelik bu samanlığı kadınların hayatlarına tekabül eden bir metafor olarak bile varsayabiliriz. Bu bağlamda, ister istemez bir tiyatro sahnesini ya da uyarlamasını çağrıştıran Women Talking, dışarıdaki pastoral şiirselliğe inat -ki her seferinde kırlarda oynayan çocuklarla özdeşlik duygumuz da pekişiyor- kadınların parçalanmışlığını ciddi ve oldukça başarılı bir anlatımla önümüze seriyor.
Filmin Rooney Mara, Claire Foy, Jessie Buckley , Judith Ivey, Sheila McCarthy ve Frances McDormand’dan oluşan toplu oyuncu kadrosu ise anlatmaya çalıştığımız tüm bu akışı sırtlayarak işin “kadınlar tarafından” olan yanını bütünlüyorlar. Diğer oyunculara göre çok daha az sahnesi ve repliği olsa da yaralı yüzü ile Janz karakterine hayat veren Frances McDormand’ın göründüğü her sahnede gözleri yüz ifadesi o kadar çok şey anlatıyor ki…
Ülkemizde maalesef vizyon tarihi belirsiz olan Women Talking herhangi bir feminist öğretinin biraz dışından, sadece insani çerçeveden bakmamız gereken bir ‘kadınlar hikayesi’ ile bu Pazar gecesi Oscar şansını deneyenler arasında sahneye çıkacak. Seyredebilenlere iyi seyirler olsun…