çit...filmi izlerken, yanılmıyorsam, angelopulos'un 'ulis'in bakışı' filmindeki bir diyalog aklıma geldi, "insanın evine ulaşması için kaç sınır geçmesi gerekir?", evet, bu soruyu gerçek yaşama aktaran aktarırken cevabını da veren bir film çit. ev nedir, ev dediğimiz şey salt maddi hayatta bizi bizi içine alan/içine girdiğimiz, korunduğumuz bir şey midir ev, yoksa manevi olarak tek bir evden söz edemediğimiz bir alan mı? evin deşifrasyonu dışında filme baktığımızda aslında çok basit bir öyküden yola çıkıldığını görüyorsunuz, küçük yaşta, köklerinden, ailesinden, coğrafyasından kopartılan üç küçük kızın eve dönüş mücadelesi....buna eklemlenen avustralya'daki aborjinlerin kültürel olarak geliştirilmesi kisvesi aktında üstün bir ırk özlemine yönelik çabalar, beyaz adamın yerlilere uygarlık götürmesi....ancak bu filmde belirtmek istediğim en önemli şey, böylesine bir öykü, acı sosa bulanmış, duygularınızı kışkırtarak, sömürüye yelken açarak gelişmiyor, olması gerektiği kadarıyla besleniyorsunuz, arka planda kimi sahnelerde avustralya'nın size sunduğu muhteşem kareler, hele bir kare var ki, gökyüzünün maviliğinin katmanlaşarak perdeye aktarıldığı, sahne, duygu ve görüntü tam anlamıyla eşgüdüm içinde... bu filmi, üç küçük çocuğun eve ulaşma özlemine bakıp da "ah vah"larla geçirilecek bir film de sanmayın. sulandırılmamış hüzün o kadar iyi işlenmiş ki, belki de bu anlamda ders verebilen görüntüler...filmin geçtiği döneme bakıldığında, yanıulmıyorsam 1930'lu yıllar, beyaz adamın kendi egemenliğini ve kültürünü fiilen korumakta zorlandığı dönem başlangıcı....yerlilere bir iltifat olarak sunulan, iyilik dolu beyaz adamın çabalarının dışında yerlilerin kendi içlerinden birileri de bu amaca hizmet ediyor, ve bu filmde gene, tanıdık, bildik bir klişe ile karşılaşacağız derken, bunu ya ustalıklı bir biçimde gizil yapıyor, ya da hiç yapmamış...makro düzeyde film güzel, ben son dönem patlayan popüler amerikan sinemasıyla kuşatılan sinemalarımıza düşen bir nefes olarak görüyorum bu filmi, tabii ki hemen belirtmek isterim ki, matrix ya da terminatör tadına alışmışmış izleyiciler bu filme gitmesin. mikro düzeyde o coğrafyanın ekonomi politiği, aborjinlerin ıslah edilme politikaları, beyaz adamın kendini nasıl kurduğu, kendi kültürü yerliye sanki bahşedermiş gibi sunması, yalın anlatım, alışageldik anlatım ve görüntü kalıplarının dışında, çok basit ve yalın oyunculuk, ki hollywood yapımlarındaki oyunculuğa alışanlar için kuru, sıkıcı ve basit gelebilir,duygusal anlamda aşırı bir yüklemeye dayanmadan, seyirciyi gaza getirmeden de hüzün nakşedilebileceğini göstermesi açısından ilm bence güzel. kimi eleştirmenlerin belirttiği gibi, filmin kaba ve ilkel görülmesinin nedeni, acaba bizim, hollywood sinemasının bize sunduğu abartılı ve süslü anlatımın, ki bu anlatım çoğu filmin kusurlarını örtüyordu, kabul edilmesinden ve doğru buymuş gibi insanlarında benimsemesinden olmasın sakın? sonra da böylesi yalın ve sade bir anlatımı görünce kaba ve ilkel paftasını yapıştırmak ne kadar olması gereken bir mantık. sinema nedir, bunu bir düşünmek gerek. bu film ayrıca zor olan bir şeyi gerçekleştirmeyi çalışmış, gerçek bir öyküden yola çıkmak, sinemaya bunu aktarmak, hele ki böylesi duygu istimarına açık bir konuda bu film iyi şeyler becermiş. sinema nedir, bize belletilen sinema diye alış(tırıl)dığımız nedir, neleri baz alarak bir şeye iyi kötü diyeceğiz, çit'e dair bu geniş yelpazeden bakarsak, ve sıkıştı(rıldı)ğımız kalıpların ve sinema anlayışının dışında bakarsak övgüyü hakeden bir film.