Küllerinden Doğan <br>Cinderella
Yazar: Orkan ŞancıBir yönetmenin usta olduğunu anlamanın çeşitli yolları var. Üstelik modern zamanlarda bu yollardan çok azı teknik unsurlarla ilgili. Müthiş görsel yönetmenler var artık. Kameramanlar, ses teknisyenleri size istediğinizi hatta belki de aklınıza gelmeyeni sağlayacak düzeydeler. Tabii ki Hollywood şartlarından söz ediyoruz. Böylesine profesyonelleşmiş bir sektörde, bir film setinde yönetmenin gerçek bir usta olduğunu belli etmesi, tüm teknik ayrıntılardan başka bir yerde yatar: sahne sahne senaryo yönetimi. Akıl Oyunları ile Oscar kazanan Ron Howard, yeni filmi Cinderella Man ile de usta bir yönetmen olduğunu gösteriyor. Tüm oyunu kafasında canlandıran bir satranç ustası gibi hamlelerini ustaca yapıyor ve film sürecinin aslında hala devam ettiği kurgu masasındaki bitirici vuruşlarıyla maçı kazanıyor.
Filmin hikayesini herhalde duymayan kalmadı. ABD'nin Büyük Buhran döneminde geçen bir kahramanlık öyküsü.. Cesareti, kararlılığı ve yüksel ahlakı ile topluma örnek alan bir adam. Örnek bir eş, örnek bir baba, örnek bir sporcu.. Bir gün hak ettiği mutluluğu bulması adına ona bir masal kahramanının ismiyle hitap ediyorlar: Cinderella Man.. Peki Ron Howard ve Oscarlı büyük aktör Russel Crowe, Akıl Oyunları'ndan sonra bir kez daha "tek adam" filminin üstesinden gelebilmişler mi? Yanıtımız evet, hem de ustaca...
Filmin prodüksiyonunun büyüklüğü ya da oyuncuların güçlü isimlerini bir an için unutsak bile, daha henüz ilk dakikalarda iyi bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Müthiş sağ yumruğuyla ailesinin geçimini sağlayan Jim Braddock'ın eve dönmesi ve eşi Mae ile olan ilk sahnesi örneğin. Şakalaşmaları, birbirlerine hitapları ve bu sırada yönetmenin kameramanına verdirdiği es'ler, tam kıvamında. Howard, böylece dramatik yapının temel taşlarından "karakter tanıtımı" bölümünü başarıyla geçmekle kalmıyor bir yandan da tanıttığı karakterleri seyirciye sevdirmeyi başarıyor. Aynı es'leri, yani yönetmenin seyirciyle konuştuğu o an'ları film boyunca görmek mümkün. Braddock'un, daha önce 2 rakibini ringde öldüren Max Baer ile filmin finalinde yapacağı ünvan maçı öncesi eşi ve çocuklarıyla vedalaşma sahnesindeki es'lerden söz etmeye kıyamıyorum bile.
Ustalık böyle bir şey olmalı. Çok fazla doğru şeyi yapmak değil, bazen çok az şeyle de sonuca gidebilmek. Oyunculukta "sessizliğin gücü" ne ise yönetmenlikte ustalığı gösteren bu belki de, yani film sırasında seyirciyle konuşabileceğin özel boşluklar yaratmak.. Ustalık demişken ya Crowe'a ne demeli? 2000-2002 yılları arasında 3 kez üst üste Oscar'a aday olan ve 1 kez kazanan Yeni Zelandalı, ustalık üzerine kurduğumuz bu yazının en önemli parçalarından biri..
Zira Oscar kazanmış bir oyuncuyu sonraki her başrolde bekleyen büyük tehlikeyi, "gözünü ödüle yeniden diktiğini hissettirme" tehlikesini nakavt etmiş. "Abartı"nın öldürücü yumruklarından başarıyla sıyrılmış. Braddock'un, biricik dostu Joe Gould'un kendisine 250 dolarlık bir maç ayarladığına önce inanmakta zorlanması, sonrasında ise sarılışı sırasında Crowe'un yüzüne bakın, ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız. Aktörün bunu başarabilmesi, film için 20 kg'dan fazla zayıflaması, omzunu sakatlaması ve gerçekten de dişlerini kırmasından daha önemli belki de. Dahası Crowe da, tıpkı Howard gibi zaman zaman seyirciyle konuşuyor. Demek ki bu huy, usta yönetmenlerde olduğu kadar usta oyuncularda da var. Braddock'un rakibinin yüzüne pis pis sırıtıp "New York'a hoşgeldin" dediği sahnedeki gibi.
Söz oyunculuklardan açılmışken Joe Gould'a, yani Braddock'a maç ayarlayan ağzı bozuk menajere ruh katan Paul Giamatti'den söz etmemek mümkün değil. Akademi'nin geç de olsa ciddiye aldığı bu büyük oyuncu için yardımcı erkek oyuncu dalında adaylık kesin gibi. Crowe gibi bir aktörle sayısız sahnede karşılıklı oynamak ve ezilmek bir yana dursun seyircinin kalbinde kendi yerini ayırtabilmek kolay iş değil. Braddock'un eşi rolündeki Renee Zellweger ise, zaten Jerry Maguire'dan beri prensesimiz bizim, en güzel düşlerimizin perisi.. Oscarlı oyuncunun, dar bir alanda sınırlandırılmış karakteri dolayısıyla yeterince etkili olamadığını söyleyelim. Bu noktada senaryo ekibinin "kocasını ikna" sahnesi dışında yetenekli oyuncudan yeterince faydalanamadığını ve Rocky'nin Adrian'ından çok da farklı bir karakter yaratmayı başaramadıklarını belirtelim.
Genellikle övgü içeren yukarıdaki cümlelerden yola çıkıp, "Akıl Oyunları'nın Oscarlı ekibinin son harikası" ile karşı karşıya olduğunuzu düşünmenizi de istemem. Tüm usta işi yönetmenlik, oyunculuk ve elbette ki Akiva Goldsman imzalı senaryosuna karşın filmin aslında çok temel bir sorunu var.
Hollywood odaklı yazılmış sinema tarihine baktığımızda, gezegenimizin geride kalan yüzyılda başından geçenlerin izdüşümlerini kolaylıkla görürüz, öyle değil mi? Dünya Savaşları, katliamlar, toplumsal-kültürel çatışmalar, paranoyalar, hemen hemen her şeyin. Dolayısıyla sinema sanatına ideolojik açıdan baktığımızda Cinderella Man, yokluklar içinde bile ayakta kalınabileceğinin hatta zaferler kazanılabileceğinin bir bildirgesi gibi duruyor. Filmin topluma, ama özellikle de Amerikan toplumuna, bu dönemde gerekliliği tartışılır, üstelik rahatsız edici derecede didaktik bir mesaj verir gibi algılanma riski olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla film ile ilgili kullandığımız tüm "usta" sözcüklerinin yanında, verdiği mesajın zamanlaması ve naifliği konusunda eksi yönde vurgu yapma gereğini hissettim. Hatta bu açıdan bakmaya devam edersek yapımcıların, tamamen Oscar'a oynayan bir film yapmaktan başka çok da büyük kaygıları olmadığını düşünmek bile mümkün. Bize düşen ise; toptancı bir reddedişin vereceği zevkten ziyade, sinema sanatının günümüzdeki en usta yönetmenlerinden ve en usta oyuncularından bir kısmını izleme zevkinden yana oy kullanmak.