Güzel bir sabahın yanında olmak!
Yazar: Banu BozdemirMia Hansen-Love’ın Mubi’de gösterimde olan sekizinci filmi Un Beau Matin / Güzel Bir Sabah, yönetmenin seyircinin gözünde çıtasını gittikçe yükselttiği basit ama samimi bir öyküye yaslanıyor. Bir önceki filmi Bergman Adası ne kadar mesafeliyse, burada duygular o denli samimiyet barındırıyor. Bir yandan da ters dönüşümle Gelecek Günler’de felsefe öğretmenliği yapan Nathalie’nin sonraki günlerini izliyor gibiyiz, filmlerin doku ve sıcaklığı neredeyse aynı!
Isabelle Huppert’in canlandırdığı Nathalie, hiç bitmeyecekmiş gibi bir akışa bıraktığı hayatının bir anda darmaduman olmasının hezimetini ve bir yandan da özgürlüğünün keşfini yaşıyor. Burada da Sandra’nın babası Georg’un bir felsefe profesörü olarak, nörodejenaratif bir hastalık nedeniyle görme yetisini kaybetmesini anlatıyor, Georg görme yetisini kaybederken, etrafındaki her şey daha görünür olmaya başlıyor. Filmin bir yandan dramatik bir altyapısı olmasına rağmen, bir yandan da Lea Seydoux’un mükemmel performansıyla özdeş, hiç beklenmedik bir anda aşkın bulunmasını barındıran ironik, komik ve çekici yanları var. Örneğin arkadaşlık duygusunun bir öpücükle aşka uzanması ve bunun filmde tekrarlı bir şekilde karşımıza çıkması.
Sandra vefat eden kocasının ardından küçük kızı Linn ile yaşayan, çevirmenlik yapan ve hayatla bağlarını bayağı gevşetmiş bir anne. Babasının yaşadığı görme kaybı, Fransız sağlık sistemini de bir hayli eleştiren doneler barındırıyor. Tek başına yaşaması zorlaşan baba için aranan bakımevleri, özel ve devlet kurumları arasındaki farkları da cüretkar biçimde ortaya seriyor. Her seferinde bir odaya yerleştirilen babanın giderek unutması, nerde olduğuna dair akıl tutulması yaşaması Sandra’yı inanılmaz biçimde aşağı çeken detaylar. Lea Seydoux için Bond serisi ve Mavi En Sıcak Renktir’den sonra giderek oyunculuk çıtasının yükseldiğini, Cronenberg’in Müstakbel Suçlar filmiyle de eleştirel düzlemini yükselttiğini söylemek mümkün. Burada içine kapanık ve kadın olarak da içine kapanmış bir hal sergiliyor başlarda. Pantolon ve tişörtle yön verdiği hayatının aşkla değişen, elbiselerle taçlanan anları da gözlerden kaçmıyor. Mevsim değişimlerinin hayatın geçişlerini yaşayan bir kadına uzanması da tesadüf değil.Film, basit olmanın bile belirli bir karmaşa gerektirdiğini, tüketimin de bir felsefesi olduğunu ustaca, dokunaklı ve olabildiğince basit anlatmaya soyunuyor, bu da yönetmenine bir hayli avantaj sağlıyor.
Sandra'nın bağımsızlığı, babasının giderek başkalarına bağımlı hale gelmesiyle oldukça tezat bir durum. Tabii bir yandan da zamansız gelen aşkın, evli bir adam olan Clement’le birlikte yaşadığı duygu durumunun bağımlı olması hali de mevcut. Seydoux ve Melvil Poupaud arasındaki uyumun kimyası çok iyi. Sandra’yı burada da bekleyen bir ikilem var. Clement’in sevdiği kadınla, ailesi arasında yaşadığı vicdan krizine birçok kere şahit oluyoruz. Sandra o kadar sakin bir kadın ki, tüm bu gelgitleri olgunlukla sırtlanıyor, tıpkı babasının gittikçe yok olan görme ve anımsama duygusunun kalıntılarını sırtladığı gibi. Clement ise bağlı olmakla ayrı kalmak arasındaki dengeyi kuramadığı için kendisi dahil, etrafındaki herkesi mutsuz ediyor.
Hansen -Love senaryolarında edebiyatla haşır neşir olmayı seven bir yazar ve yönetmen. Karakterlerini de buna göre seçtiği aşikar. Karakterlerinin meslek seçimlerinden, nasıl konuştuklarına kadar uzanan bir araştırma düzlemi yarattığını söylemek mümkün. Burada da Georg’un kitaplarının, her birinin özel bir seçimle o raflara dizilmeyi hak ettiğini bize fısıldıyor. Daha doğrusu Sandra kızı Linn’e kütüphaneye, kitaplara sahip çıkmanın ne büyük bir erdem olduğunu anlatıyor. Kızının ama o kitapları dedem yazmadı demesi üzerine de onları seçti, renklerini seçti, onun renklerini oluşturuyorlar açıklaması da kitaplara ve kütüphane oluşturmaya verilen önemi anlatıyor. Başka detaylar da mevcut filmde, mektuplaşmaları içeren bir kitapla da, muhtemelen unutulan bir iletişim biçiminin gelecek nesiller arasında hiç yaşanmayacak bir eylemin nostaljik duygusuna da sahip çıkıyor.
Mia Hansen Love’un Güzel Bir Sabah’ı küçük ölçekli samimi bir film. Yaşlanmaya, hafızaya, bağlara, o bağları nasıl kurmak ve yaşamak istediğimize dair hayatın içine hassas ve incelikli bir bakış yerleştiriyor. Noel arifesi gelenekleri, annenin anlattığı iklim aktivizmine dair hikayeler ve en önemlisi de yanında olmaya dair felsefi aktarımlar mevcut. Film ‘yanında olmaya’ inançlı bir anlatımla sahip çıkıyor. Ve kendi farklı insan grubu hakkında benzersiz bir hikâyeyle, bizi romantik bir şekilde kucaklamayı başarıyor.
twitter.com/banubozdemir