Kerr’lemek…
Yazar: Banu BozdemirTayfun Pirselimoğlu, filmlerinde zamanın ve mekanın ötesinde gibi davransa da aslında bir şekilde günümüz dünyasının vurdumduymazlığına işaret ediyor. 2017’de çektiği Yol Kenarı’nda "neler oluyor" sorusunu kahramanlarına toplu bir iç çekiş olarak sorduran yönetmen bu kez, neler olduğunu anlamasalar da kabul etmiş, soru sormaktan vazgeçmiş bir kasaba halkını ele alıyor ve onların karşısına hala soru sorabilen, şaşıran ve içine düştüğü şeyin kabusunu yaşayan bir bireyi, Can’ı çıkarıyor. Can babasının cenazesine geliyor, tam geri dönecekken bir cinayete tanıklık ediyor. Onu ihbar etmek için karakola gidiyor, kasaba ve kasabalılarla imtihanı başlıyor. Filmin seyirciyi sınama noktalarından biri de soruya soru ile karşılık bulmaya, yanıt aramaya çalışmasının filmin geneline yayılmasından oluşuyor. Bu da filmin arka planını kabartıp, zayıf diyalogların öne çıkmasına zemin hazırlayarak seyri zorlaştıran bir alegoriye dönüştürüyor.
Hiçbiryerde ve Rıza’dan sonra çizgisini biraz daha Kuzey Avrupa Sineması’nın mesafeli, soğuk ama bir yandan da kara film tarafına çeviren Pirselimoğlu, mekan kullanımı konusunda en başarılı olan yönetmenlerden. O konuda hakkını yememek lazım. Terk edilmiş ve tekin olmayan binalar, tek gecelik oteller, pavyonlar ve hatta lunaparklar bile onun elinde iç karartıcı mekanlar haline gelebiliyor. Her yerin sürekli ıslak olduğu, muhtemelen kokusunu alabilsek küflü, ıslak bir kokunun kasabanın üstünü kapladığını koklayabileceğimiz, kahramanın dönüp dolaşıp aynı yere, aynı umarsız insanların arasına karıştığı kabusun izlerini sürerken elbette etkileniyoruz ama aynı orada da olayların ve soruların tekrarında boğuluyoruz!
Tayfun Pirselimoğlu’nun 2014 tarihli aynı romanından uyarlanan filmde, ülkemize dair çok fazla done bulabilsek de evrensel bir dili yakaladığını da söylemek mümkün. Sonuçta birçok ülkede, hele de günümüzde üç maymunu oynama politikaları uygulanıyor ve bunu görmeyen insanların sayısı da her geçen gün artıyor. Filmdeki iyi noktalardan biri de bütün bu işlemeyen insan davranışına karşı, çözümü kuduz hayvan saldırısı sanrısı yaratmakta bulması. Sokakta olmayan, ortalıkta gezmeyen, göz önünde bulunmayan, insanın nimetten sayıldığı bir atmosferde, çukurlardan ve köpeklerden medet umulması, her kademe insanın görüleni, bilineni inkar etmesi ve Can’ın düştüğü kabustan çıkamaması üçgeninde uzayıp gidiyor. Yetersiz diyalogların üstünü, filmin tekrara düşüp işlevsiz kalan yanlarını da mekanlardan yansıyan gerçekliğin örttüğünü söyleyelim.
Birçok filmde tamamlanmamış baba - oğul hesaplaşması, burada üstten bir anılmayla tanımlanıyor ama Can’ın karşılaştığı herkesin onu tanıması ve babasına benzetmesi de onu kendi aralarına çekmek için ayrı bir çekim alanı yaratıyor. Can tüm bu yaşananları sindiremeyip kaçarken, aslında aynı yerlerde dolaşmaya devam ediyor.
Filmde birçok ünlü sima yer alırken Can karakterini Erdem Şenocak canlandırıyor. İfade olarak doğru bir seçim diyebiliriz. Şenocak tüm o ablukaya karşı koyduğu ironik ifadeyi yüzünde iyi bir biçimde taşıyor. Jale Arıkan filmin eksiklerinden biri olan kadını temsil ederken kısa ama etkili bir biçimde karşımıza çıkıyor. Rıza Akın’ın canlandırdığı katil karakteri de göz dolduruyor. En çok da elini verip kolunu kaptırma/ma mizanseni filmin komedisi olarak yerini alıyor.
Ben kendi adıma bezdiren soruya karşılık soru akışından, diyalogların mekanlar kadar filmi kapsamamasından ve Yol Kenarı’ndakine benzer tutumun tekrarından dolayı Kerr’e mesafeli kaldım. Zaten yönetmenin istediği de buydu diyebiliriz… Bakış açısı olarak bu kadar yakın durduğumuz sorunlara, bu denli mesafeli bırakılmak biraz can sıkıcı diyelim o halde…
twitter.com/banubozdemir