Hangimizin gizemli bir meleğe ihtiyacı yok ki?
Yazar: Duygu KocabaylıoğluYeni nesil Polonya sinemasının “rahatsız edici” isimlerinden Malgorzata Szumowska filmografisini, post-komünist Polonya’nın kent sıkışmışlıkları, taşra gerilimleri ve bir şekilde mutlaka kendisine yer bulan dini motiflerle beziyor. Daha önce In The Name of (2013), Beden (2015), Yüz (2017) filmlerinde senaryo masasında beraber çalıştığı Michal Englert’i de bu sefer yönetmen koltuğuna davet ediyor ve mistik bir masal sunuyor seyircilerine. Çeşitli ödül ve adaylıklarının yanı sıra, filmin bu yıl Akademi Ödülleri’nde En İyi Yabancı Film dalında Polonya’yı temsil ettiğini de hatırlatalım.
Ukraynalı Zhenia (Alec Utgoff), Polonya’ya ‘pek de yasal olmayan’ yollarla gelen bir göçmendir; fakat asıl, işinin ehli bir masördür. Kent merkezinden küçük bir koru ile ayrılmış ve Amerikan rüyası gibi kurgulanmış bir banliyöde müşterilerinin evine giderek özel masaj hizmeti verir; tabii bir şekilde her hanenin de özel hayatına dâhil olur. Dışarıdan neredeyse her biri diğerinin kopyası olan bu beyaz kutu-kutu evlerin içinde, dekoratif olarak birbirlerinden çok farklı gibi görünen, ama ruhani bitiklik açısından aynılaşan hayatlara tanıklık eder. İyileştirici masözlüğünün yanı sıra, müşterilerini hipnoz yolculuklarına çıkaran Zhenia da, banliyö ile kent arasında gidip gelen bir alegori gibidir...
Malgorzata Szumowska bu kırılmaları hikâyelerinde kurgulamayı pek seven bir sinemacı. Tabii ki bu kırılmalar üzerinden, sorgulamalar çıkarmayı da ihmal etmeyen bir anlatım dili var. Önceki filmlerini düşündüğümüzde ise “Bir Daha Asla Kar Yağmayacak” en metaforik, en masalımsı anlatımı diyebiliriz; Yüz’deki devasa İsa heykeline rağmen. 48 yaşındaki Szumowska’nın komünist Sovyetler’de doğduğunu (1973) ve Berlin Duvarı yıkıldığında (1989) henüz 16 yaşında olduğunu düşünürsek, yetişkinliği ve en üretken yaşları hallaç pamuğu olmuş post-komünist Polonya’da geçen kadın bir sinemacı için hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Michal Englert’in ortak senaristlik şapkasını çıkarmadan yönetmen koltuğuna oturmuş olması da, bu yapımın anlatım diline tatlı bir dinginlik getiriyor sanki.
Göçmen Ukraynalı karşısında, üst sınıf yerleşik Polonyalılar’dan başlamak üzere pek çok katmanda bölünmüşlüklerle ilerliyor film. Öncelikle yaşam alanlarını keskin çizgilerle, adeta gözümüze sokarcasına ayırıyor yönetmenler. Göçmen Zhenia’nın yaşadığı masif ve komünist döneme ait olduğu belli betonarme, gri apartmanlar karşısında bembeyaz boyalı dubleks kutu villalar; kaotik şehirden uzakta düzenli bir mahalle; tıkış tıkış otobüse asla binmeden özel arabasıyla işe giden ‘aile babaları’ ve Fransız kolejinde eğitim alan şımartılmış çocuklar, ne yaptığı pek de belli olmayan, imaj kaygılı gençler. Karşılarında ise tüm yeteneği gözlerinde ve parmaklarının ucunda toplanmış olan Zhenia. Yaşını –ve geçmişini- göstermeyen bir dinçlikte, çekici ve yaptığı işe rağmen fiziksel teması işiyle sınırlı tutma olgunluğunu -en azından bir süre- koruyabilen bir erkek. İşte tam da bu yüzden gündüz bir şekilde o beyaz kutulara tıkılı kalan banliyö kadınları açısından da tam bir arzu nesnesi, bir anda mahalleye düşen gerçek bir femme-fatal!
Filmin bir başka kırılımı da tam burada geliyor: kadın erkeği fark etmeksizin Zhenia’dan masaj servisi alan her banliyö sakini, maddi tüm imkânlarına rağmen manen harap olmuş, ruhlarını ve dolayısıyla bedenlerini toplamaya takati kalmayan insanlar. Kiminin karı-koca ilişkisi çoktan çökmüş, kimi alkolizm sınırlarında, kimi kanserle mücadeleden yorgun düşmüş, kimi kötü anne olarak yargılanmaktan bıkmış… Ve fakat her biri ruhani çöküntüsüne devayı, bu yakışıklı göçmenin ellerinde arıyor… Boynunda hiç çıkarmadığı haçıyla, -daha seküler bir camiaya- tam bir melek dokunuşu! Ah Szumowska! Yıllar içinde sinema dili olgunlaşsa da hiç vazgeçmiyor dini göndermelerin keskin çizgilerini kullanmaktan…
Biraz daha geniş bir pencere açarsak; Zhenia nükleer santral patlamasının yaşandığı Çernobil’in kıyısındaki Pripyat doğumlu. Yabancısı için Çernobil 101: Pripyat, santral çalışanlarının yerleşimi için 1970’lerde kurulmuş bir işçi kentidir aslında. Ve gizemli masörümüz, Çernobil faciasından 7 yıl önce doğmuş… Szumowska ve Englert ikilisinin, Zhenia için böyle bir geçmiş yazması pek de tesadüf olmasa gerek. Zira karakterimizi zenginleştiren psişik güçler sanki herkesin lanetlediği ve hiç hatırlamak dahi istemediği bu büyük felaketle bağlantılı gibi… Filmin güzel yanlarından biri de bu: İç içe geçmiş masalsı duruşların yanı sıra, hipnoz etkisine giren her karakterin iç dünyasına kısa da olsa bir yolculuk yapmamız. Buralarda keşfedecekleriniz ise siz seyircilere kalmış… Öte yandan, her sahneye de sembolik bir anlam yüklemeye çalışmadan filmin keyfini çıkarın; final dâhil!
Bu noktada başrol Alec Utgoff’un leziz bir oyunculuk ortaya koyduğunu ifade edelim. Birden çok Hollywood yapımında yardımcı rollerde yer alsa da uluslararası camia, Utgoff’u 'Stranger Things' dizisindeki Alexei karakteri ile tanıdı. Zhenia karakterinde ise oldukça dengeli bir oyunculuk ortaya koyuyor ve rolün büyük kısmını aslında mimikleriyle oynuyor. Karakterin tüm duygu dünyasını neredeyse bakışlarından, gözlerinden hissediyoruz; biz de onunla birlikte Polonya’nın tanımadığımız bir banliyösünde ‘beyaz göçmen’ oluyoruz adeta.
Ez cümle, teknik açıdan da hikâye anlatıcılığını destekleyen bir dil var filmde. Salondaki seyircinin özellikle hipnoz ve rüya sekanslarına dikkat kesilerek seyretmesini tavsiye ederim. Yakın planlardaki ışık kullanımı tam da Lodz Film Okulu geleneğinden süzülüp de gelmiş gibi; görüntü yönetiminden müziğe tekniğin tüm biçemleri yaratıcı anlatımı yüceltmek için bir araya getirilmiş gibi... Bu Cuma kendinize bir güzellik yapın ve ‘festival filmi’ kategorisinden bu filmi seyredin. Ve ‘şahsınıza’ şunu sorun “Sahi bir daha hiç kar yağmazsa ne yaparız?”
twitter.com/duygukocabayli